BAŞÖRTÜLÜ HÂKİMLER Mİ BAŞI AÇIK HÂKİMLER Mİ TARAFSIZ KARAR VERİR?
Türkiye’de son zamanlarda tuhaf işler oluyor. 49. 50. ve 52. Hükümetler döneminde Kültür Bakanlığı ve CHP’de dört dönem (XVII., XVIII., XIX. ve XX. dönemlerde İçel) milletvekilliği yapan ve halen CHP üyesi olan Durmuş Fikri Sağlar, geçenlerde Halk Tv’de başı örtülü (kendisinin deyimiyle türbanlı) hâkimlerle alakalı bir söz söyledi:
“Türban irticai faaliyetlerin, şeriat isteyenlerin üniformasıdır, başörtüsü yüzyıllar boyunca Anadolu’da bir geleneksel giysidir, arada fark var. Kendimden söylemek istiyorum ben yargılandığım zaman türbanlı bir hâkimin karşısına gittiğimde benimle ilgili haklarımı koruyacağı ve adaleti yerine getirebileceği konusunda kuşkum var”.
Sağlar’ın bu sözüne, hem sosyal medyadan, hem de çeşitli siyasi partilerden ve toplumsal kesimlerden çok yoğun tepkiler geldi. Hatta üyesi olduğu CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bile Sağlar’ın bu sözlerini eleştirdi.
Sağlar’ın, yoğun eleştiriler üzerine yaptığı yeni açıklama ise şu şekildedir:
“Türbanla ilgili eleştirilerim herhangi bir inancı aşağılamaya ya da küçük düşürmeye yönelik değil, türbanı kullanarak İslam Dinini siyasal amaçlarına alet edenlere yöneliktir”.
Bu söylem, esasen 28 Şubat sürecinde rol alan otoriter militan laikçilerin baskıcı uygulamalarını meşrulaştırmak için söylediklerinin birebir tekrarından ibarettir.
Toplumun ve CHP de dâhil olmak üzere siyasetin çok geniş çevrelerinden verilen tepkiler, Sağlar’ın söylemini bayağı marjinal hale getirdi.
“Yani, ey Durmuş Fikri, bu yüz yılda artık bu sözler de söylenebilir mi”? şeklinde baskın bir tutum ortaya çıktı.
Din ve Vicdan Hürriyetinin Gereği Olan Başörtüsü Serbestisi
1980’li yıllardan sonra, Anadolu kadınlarının başlarını örttükleri örtü ile özellikle genç kızların biraz farklılık arz eden ve bir nevi “moda” esintileri de taşıyan örtünme tarzı birbirinden ayrılarak, ikincisine “türban” denildi. Bu iki örtünme tarzı birbirinden ayrılınca, ikinci aşamaya geçilerek, pozitivist, militan laikçi kesimler tarafından, önce “türban”ın siyasî İslam’ın simgesi olduğu belirtildi, daha sonra da yasaklamalar geldi.
Başörtüsü konusunda dini gereklilikler bağlamında şu değerlendirmeler yapılabilir.
1- Din ve vicdan hürriyetinin iki veçhesi vardır.
Birincisi inanmak, belli bir dini inancı tercih etmek,
İkincisi, tercih edilen dinî inancın gereklerini yerine getirmek.
Dini inancın iki tür gerekleri mevcuttur.
Birincisi ibadetler,
İkincisi diğer dini gereklerin yerine getirilmesi.
Bunlardan birinin, kısıtlamayı haklı kılan sebeplerden biri mevcut olmaksızın kısıtlanması halinde din ve vicdan hürriyetinin hak ve hürriyet vasfının özü zedelenir.
2- Müslüman bayanların başlarını örtmeleri, din ve vicdan hürriyetinin, ibadetler dışında kalan gerekleri içinde yer almaktadır. Bayanlar, başlarını dinî gereklerin yerine getirilmesi kapsamında örterler. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kur’an-ı Kerim Mealinde bu konuya ilişkin ayetin meali şu şekildedir:
“Mümin kadınlara da söyle, … Açıkta kalanlardan başka süslerini göstermesinler. Başörtülerini yakalarının üzerinden bağlasınlar” (Nur Suresi 31. ayet).
Söz konusu Kur’an-ı Kerim Mealinde bu ayetle alakalı şu izahat mevcuttur:
“Bu emir, bir Câhiliye âdetini değiştirmekte, kadınların uygun bir örtüyle başlarını, boyun ve göğüslerini örtmelerini gerekli kılmaktadır. Bu emirden önce kadınların çoğu, eski âdetlerine uyarak başlarına aldıkları örtünün uçlarını omuzlarının arkasına atarlar ve ön tarafı açık bırakırlardı. Hz. Âişe’nin anlattığına göre bu âyet tebliğ edildiğinde camide bulunan kadınlar hemen alt giysilerinden (izar) birer parça yırtarak bunu başörtüsü yapmışlar ve örtülmesi istenen yerleri kapatmışlardı (Buhârî, “Tefsîr”, 24/12; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 30-32).
Her ne kadar bazıları, “bu ayetin mealinden Müslüman bayanlar için bir başörtüsü yükümlülüğü çıkmaz” deseler de, bu yöndeki söylemin, başörtüsünün dini gereklilik olduğuna inananlar için hiçbir manası yoktur. Çünkü, her bir dinde, birbirinden farklı yorumlar olur. Her bir farklılık, diğerini dini inanç olmaktan çıkarmaz. Mesela Hıristiyanlıkta ana mezheplerden başka yüzlerce farklı dini cemaat, tarikat, mezhep var. Her biri, kendi inandıkları çerçevesinde bir dini inançtır.
Bu sebeple, bazı ulusalcı Kemalistlerin, pozitivist seküler şahsiyetlerle ilahiyatçıların “başörtüsü bir dini zorunluluk değildir” demelerinin, başörtüsünü Allah’ın emri olarak gören Müslüman kesimler için bir manası yoktur. Bu kesim için başörtüsü Allah’ın bir emridir ve bu emrin yerine getirilmesine mâni olmak, din hürriyetinin engellenmesi manasına gelir.
Başörtüsü dini zorunluluk değil diyenlerin sözleri sadece kendilerini bağlar.
Kaldı ki, başörtüsünün dini mükellefiyet olup olmadığı meselesi son 50-60 yıldır tartışılmaktadır. İslam tarihi boyunca, başta Hz. Peygamber olmak üzere, Müslümanların yaşantısı hep başörtüsünün dinî gereklilik olarak anlaşılması yönünde olmuştur.
3- Başörtüsünün türban olarak anılan kısmının siyasî İslâm’ın ve şeriatçıların bir üniforması, sembolü olduğu yönündeki iddiaya gelince.
Yer yüzünde bu iddiaya istinaden din hürriyetinin sınırlandırılması kadar din hürriyetine yönelik tehlike teşkil eden zırva ve yok edici bir anlayış olamaz.
Üniforma, sembol, simge ne demek, bunun ölçütü nedir? Bir şeye kim simge dediği zaman simge olarak kabul edilmelidir. Birilerinin sırf siyasî ideolojik saiklerle bir kıyafete yasaklanmayı lüzumlu kılacak düzeyde simge demesi ne kadar haklı kabul edilebilir?
Bu konuya ilişkin keyfilik ve belirsizlikler sebebiyle, bu gün başörtüsü ya da türbana, siyasî İslâm’ın ve şeriatçıların üniforması, sembolü diyenler, bir başka gün çok rahatlıkla, oruç, namaz, tespih, takke vb.leri için de dini sembol diyerek bunların yasaklanmasını isteyebilirler. O zaman, bütün dini gereklilikler, “şeriatçıların sembolü” olmak yaftasına muhatap olabilir. Bu durumda da, din ve vicdan hürriyeti diye bir şey kalmaz. Bunun neticesi, İslam dininin yaşantı boyutunun üniforma ve sembollerden hareketle yasaklanmasıdır.
Belli bir kıyafetin ya da bir başka şeyin kullanılmasının, sembol, üniforma vb. olması, onun kısıtlanmasını niçin zorunlu kılsın ki?
Diğer yandan türban için yapılan bu “radikalizmin sembolü” nitelemesinin tam aksi yönde nitelemeler yapanlar da mevcuttur. Mesela, Felsefeci Prof. Dr. Tülin Bumin’e göre, Türkiye’de üç kadın tipi mevcut: Başörtülü, başı açık ve türbanlı. Bunlardan başörtüsü takanlar geleneksel, başı açık olanlar modern ve türban takanlar da ultramoderndir.
Felsefeci birinin ultra-modern dediği bir kıyafeti, salt siyasi ideolojik değerlendirmeler yapan bazı şahsiyetlerin saplantılı değerlendirmelerini esas alarak yasaklamak tutarsızlıktır.
4- Her ne kadar türban birilerinin dediği şekilde siyasî İslam’ın sembolü de olsa, bir dini sembolün kullanılması, kamu düzenini, kamu güvenliğini, başkalarının hak ve hürriyetini ihlal eden, onları tehlikeye düşüren ya da zarar veren bir sonucu olmadıkça sınırlandırılamaz.
Bir kıyafetin radikal dinciler tarafından da giyiliyor olması, bu kıyafeti giyen herkes için yasaklama sebebi olamaz. Hatta radikal dinci olmak da tek başına bir yasaklama sebebi olamaz. Bir kişinin şeriatçı olduğu için yasaklanması ile komünist ya da Kemalist olduğu için yasaklanması arasında hiçbir fark yoktur. Bunların hepsi, siyasî düşüncenin ya da dinî inancın suç sayılarak cezalandırılması mahiyetinde kabul edilir.
Bir kişi bir başkasına zarar veriyorsa, kıyafetine bakılmaksızın yaptırıma muhatap olur. Bir kişi başkasına zarar vermiyorsa, kıyafeti ne olursa olsun yaptırıma muhatap olmaz.
Şeriatçılık ne demek? Bu da belli değil. Namaz kılmak, oruç tutmak şeriatçılık mıdır? Bunların gerekliliğine inanmak ve bu gerekleri yerine getirmek, şeriatın bir gereğidir.
Ülkemizde ve dünyada radikal eğilimli olmayan bir sürü dini cemaat var. Şeriatçılık kelimesinin belirsizliği ve bu kelimeye yüklenen aşırılık yaftası, bütün bu cemaatlerin yasaklanma potasına girdirilmesi demektir. Bunun manası, katı ideolojik, otoriter militan laikliğin din haline getirilerek İslam dininin toplumsal hayattan dışlanması, bu telakkinin otoriter bir resmî ideolojiye dönüşmesi demektir. Bu telakkinin kabul edilmesi, dinî ve siyasî çoğulculuğu yok edecektir. Bu şartlarda, “anayasal demokratik hukuk devleti” yerine, çoğulculuktan uzaklaşan “otoriter ideolojik devletin hukuku” anlayışından söz edilir.
Başörtülü ve Başı Açık Hakimlerin Taraflılığı Meselesi
Yargı bağımsızlığı ve hâkimin tarafsızlığı, hukuk devletinin zorunlu gereklerinden biridir. Bağımlı yargının olduğu yerde, otoriter devletin yargı yoluyla diktatörlüğünü topluma dayatması durumu ortaya çıkar. Yargı, iktidarın tahakküm ve meşrulaştırma aracına dönüşür.
Yargının bağımsızlığı tek başına hukuk devletinin garantisi değildir. Hatta, bazen yargının bağımsızlığı, hakimler diktatörlüğüne yol açabilir. Bağımsız yargının hukuk devletinin gerekleri ile uyumlu olması, hâkimlerin, tarafsız olmasına, hukukun ve adaletin hâkim kılınmasına odaklanmasına bağlıdır. Bu vesileyle, hukuk devletinin var olabilmesi için, yargı bağımsızlığının hâkimlerin tarafsızlığını sağlamayı amaçlaması gerekir.
Peki hâkimlerin tarafsızlığı nasıl sağlanır? Bir hâkimin, seküler, laik, pozitivist olması onun mutlaka tarafsız olacağı manasına gelir mi; ya da bunların mutlaka taraflı karar verecekleri söylenebilir mi? Aynı şekilde, bir hâkimin dindar olması, başını türbanla örtüyor olması, onun mutlaka taraflı olacağı yönünde bir kanaate ulaşmayı haklı kılar mı?
Bütün bu soruların cevabı “KOS KOCA BİR HAYIR”dır.
Hâkimlerin taraflı ya da tarafsız olmaları, seküler ya da dindar olmalarıyla değil, ahlaki zaafları, menfaatlerini öne çıkarmaları, vicdanlarının bozulması ya da sağlam bir vicdana ve ahlâkî erdemliliğe sahip olmaları, tamamen hakka odaklanmaları ile ilgilidir.
Nitekim son yüz yıllık süreçte, darbe ya da katı militan demokrasi dönemlerde en siyasî ideolojik kararları, seküler olarak bilinen başı açık bayan ya da erkek hâkimler verdiler. Bunun en uç örneklerine, post-modern darbe olarak da nitelenen 28 Şubat sürecinde rastlandı.
Bu katı siyasi ideolojik taraflı kararlara bakarak, “bütün seküler pozitivist hâkimlerin mutlaka taraflı kararlar verecekleri” yönünde keskin bir cümle kullanılabilir mi? Elbette ki böyle bir cümle kabul edilebilir değildir.
Tarafkir kararlar vermek tamamen kişisel vicdani bir tutumdur ve ancak böyle bir davranış sergilendikten sonra bir tutum almayı lüzumlu kılar. Bir zamanlar, “başörtülüler, başı açıklara baskı yapacaklar, dövecekler, oluk oluk kanlar akacak” denilerek, başörtüsünün yasaklanması haklılaştırılmaya çalışıldı. Günümüze kadarki süreçte, zaman bunları yalanladı.
Benzer durum, başörtülü hâkimlerin taraflı karar verecekleri yönünde oluşturulmak istenen algı için de söz konusudur. Bunun neticesi, başörtülülerin yargıdan uzaklaştırılmasıdır. Çatışma çıkacak korkutması ile başörtülülerin yasaklanmasıyla, taraflı karar verecekler diye başörtülü bayanların yargıdan uzaklaştırılmaları arasında hiçbir fark yoktur.
Hatta şu da söylenebilir, hakka ve hukuka odaklanan, tahkiki iman sahibi olan, vicdani olarak bu dünyada yaptığı adaletsizliklerin cezasını ahirette çekeceğine mutlak olarak inanan türbanlı bir bayan hâkimin taraflı karar vermesi ihtimali, adaletsiz kararlar vermesi sebebiyle ahirette hesap vereceği yönünde bir muhasebe yapmayan, vicdani zaafları ve siyasi ideolojik tutkuları baskın olan seküler hayat tarzına sahip hâkimlere göre çok daha zayıftır.
Hukuk fiile bakar, ihtimal üzerine hukuk inşa edilemez. Bir kişinin, hırsızlık yapabilir, adam öldürebilir diye tutuklanması, hukukun kabul edebileceği bir durum değildir. Herkesin potansiyel olarak suç işleme ihtimali olabilir. O zaman herkesi tutuklamak mı lazım?
Durmuş Fikri’nin, kategorik olarak dindar bayanların şeriatçılıkla, türban diye lanse edilmekle birlikte aslında dini bir gereklilik olan örtünmenin şeriatçı üniforma yaftasıyla yasaklanması düşüncesi, dindar bayanlara yönelik, ötekileştirici, faşizan bir anlayıştır. Batıdaki yabancı düşmanlığı ve İslamofobya ile bu anlayış arasında hiçbir fark yoktur.
Şimdi birisi de kalksa, “Kemalist, seküler militan laikçi hâkimler mutlaka taraflı kararlar verirler, bu tip bir hâkimin haklarımı koruyacağına inanmıyorum, bunların haklarımı koruyacaklarından kuşkuluyum, bunun en canlı misali 28 Şubat sürecinde yaşananlar” diyecek olursa, Sağlar ve bu zihniyette olanlar bu kişiye ne cevap verecekler?
Bu vesileyle, kategorik olarak, fiili pratikler olmaksızın başörtülü hâkimlerin, taraflı karar verebilir diyerek dışlanmaları ile seküler hâkimlerin taraflı kararlar verebileceklerini söylemek arasında hiçbir fark yoktur. Bu tür topyekün itham edici yaftalamalardan uzak durmak lazım. Her bir kesimden hâkimlerin somut kararlarının değerlendirilmesi lazım. Aksi halde, toplumsal barış ve çoğulculuk sağlanamaz. Çok kaliteli hâkimler, bu yaftalamalardan etkilenerek zayi olup giderler. Diğer yandan, bir tarafın masum gösterilmesi neticesinde en keskin ideolojik karar veren hâkimler de, bu kategorizasyonda haklı konuma getirilirler.
Bu vesileyle, 28 Şubatçı anlayışı yansıtan ideolojik, militan, otoriter laiklik anlayışının zamanı geçti. Bir ülke demokratik hukuk devleti ise laikliğin de çoğulcu demokratik olması gerekir. Sağlar’ın hararetle savunduğu İnönü döneminde geçerli olan militan, otoriter dışlayıcı laiklik anlayışı, üyesi olduğu partinin Genel Başkanı tarafından bile bir kenara itilmiştir.
Toplum dönüştükçe, çoğulculuk kökleştikçe, uzlaşı ve birlikte yaşama kültürü yerleştikçe, Sağlar vb. marjinal militan laikçi kesimler belki mutsuz olacaklar, özlemle İnönü dönemini arayacaklar, ama artık günümüzde kesinlikle bu özlemleri gerçekleşmeyecektir. Başörtülüsüyle başı açığıyla, seküleriyle, dindarıyla, milliyetçisiyle, milliyetçi olmayanıyla herkes, hâkimlik de, diğer görevleri de yapabileceklerdir ve herkes de buna alışacaktır.
|