|
||
Ayağı Yere Basmayan Bir Yazı -IV- | ||
Mehmet Ali Bulut / Gazeteci - Araştırmacı - Yazar | ||
AYAĞI YERE BASMAYAN BİR YAZI (IV) (Bu Çekişmenin Galibi Kim?) Müslümanların şu dönemde adeta uykuya yatırılmış olması Allah’ın bir ikramıdır. Biz iktidarımızı ve devletimizi kaybettiğimizde, hâlâ kendimizi hak biliyor ve üstün sanıyorduk. Bu zan, aynı zamanda direncimizi de temin etti. Bu açıdan onların gelişmelerini takip etmemiş olmaktan mazur sayılabiliriz. Çünkü uzuuun süre biz onlardan daha güçlü idik. Onlar ise zillet ve zaaf içindeydiler. Onların zilletten çıkışını uzun zaman fark bile edemedik. Beni İsrail’e vaad edilen ikinci iktidarı da hiç düşünmedik. Galibiyetimiz hep böyle devam edecek sandık “Ve radednâ lekümü’l-kerrete aleyhim” (size bir rövanş hakkı vereceğiz) ayetini geçmişte olmuş bitmiş tarihî bir vaka saydık. Okuyun mevcut Kur’an meallerini, hiç birisinde ‘bu istikbalde olacak’ denmemiştir. Bir önceki ayette geçen (Ve kâne va’den mefûlâ) “Bu olmuş bitmiş bir iştir.” hükmünü tüm suredeki vakalara teşmil ettik. Çünkü bunu anlamamızı sağlayacak ilmi terk etmiştik. Kur’an’ın yarısından fazlasının bu kavmin yapıp ettikleri ve ifsatlarıyla alakalı olduğunu düşünmedik. Çünkü Kur’an’dan göçüp gitmiştik. Asırlar boyu, Kâinat Kitabı’nı okumadık, okumaya kalkışanları da tekfir ettik, imanlarını yok saydık… Kâinat kitabının satırlarını okumayı, onlardan insanlığın hayrına icatlar çıkarmayı, eşyanın dilini öğrenip ondan yararlanmayı, matematiği, hendeseyi, heyeti, ilm-i hikmeti (fizik) ve kimyayı küçümsedik. Bunu sağlayacak ilimleri süfli saydık. İçinde dünya bulunmayan bir din icat ettik. Böylece ne ahiretimizi âbâd edebildik, ne dünyayı mamur ettik. Kendi içimizde gerileye gerileye İslam ümmeti, altındaki beşik çekilip de uyandığında, bütün tarihî birikiminin bir şimendifere bindirilip çöplüğe atıldığını gördü. Artık onun bahtına düşen zaaf ve zilletti. Hâlbuki biz kendimize Hak biliyorduk! Elbette bunda; gerilemekte olduğumuzu görmemekte, gelişmeleri ıskalamakta bir mazeretimiz, bir hakkımız vardı. Çünkü mümindik ve Hak’tık. Hak üstündür denilmişti. Biz de Haktık(!) ve tabii üstündük. Üstün olmadığımızı kavradığımızda tembelliğimizi kınayacağımıza, elimizdeki Hak’tan şüphe ettik. Mamafih, o Hak’tan şüphe etmemiz için de ciddi çaba harcayanlar oldu! Biz Hakka istinadımızı kaybettiğimiz için üstünlüğümüzü kaybetmiştik ama, Beni İsrail, ‘dad-ı hak’ olan üstünlüklerini bir kere daha tahakkuk ettirmiş ve âlem-i insaniyeti pençelerine almışlardı. Artık onlar açısından intikam alma vaktiydi ve hakikaten de sadece tarihte kendilerine zulmeden kavimleri değil, tüm insanlıktan intikam alma yoluna girmişlerdi. Hem de hakkıyla aldılar. İnsanı insaniyetten, beşeri insan olmaktan çıkarmayı başardılar. Evet, Cenab-ı Hak, birkaç ayette, İsrailoğulları’nı “âlemlere üstün” kıldığını vurgular. Allah O’dur (c.c.), dilediğine dilediği misyonu yükler. İneği inek, yılanı yılan yaparken, onların fikrini sormadı. Beni İsrail’e yani Hz. İbrahim (a.s.) soyundan gelenlere bir üstünlük verirken de diğer insanların ne diyeceğine bakmaz, bakmamış. Nitekim bir ayette (Nisa, 54) “Yoksa o nâsa Allah’ın fazlından verdiği nimeti çekemiyorlar da hased mi ediyorlar? Evet, biz Âli İbrahim’e kitab ve hikmet verdik hem de azîm bir mülk verdik.” buyrulur. Beni İsrail’in üstünlüğü fıtrîdir. Demek ki hakikaten Allah bu kavme bir üstünlük vermişti. Allah, bu üstünlüğü, hayırda kullansınlar diye murat etmişti ama bu ümmetin içindeki kâfir zihniyetliler, onu şerre hizmet ettirdiler. … Kendisine üstünlük verilmiş bir diğer ümmet te Hıristiyanlardır. Allah Hz. İsa’ya (a.s.), kendisine tâbi olanları “Kıyamete kadar kâfirlere üstün kılacağını” söyler (Âl-i İmran, 55). Demek ki Hıristiyanların üstünlüğü tebeîdir. Kâfirlik yoksa Hıristiyanların bir üstünlüğü de yoktur. Hıristiyanların üstünlüğü ‘kâfir’lere karşıdır. Hıristiyanlar bir topluluğa hükmetmeye başlamışlarsa onlar itikat ve imanlarına baksınlar. Muhakkak onları tasdikten sonra küfre düşürmüş bir halleri vardır. ….. Peki, İslam ümmetine bir üstünlük verilmiş mi? -Evet. Hem de ne muhteşem! Fakat bu üstünlük bir şarta bağlı. Yahudilerin üstünlüğü fıtrî, Hıristiyanların üstünlüğü tebeî, Müslümanların üstünlüğü şartlı! Haksızlık gibi geldi size değil mi? -Hayır, haksızlık değil. Siz “şahit” ümmetsiniz. Şehadetinizin kabulünü sağlayan bir vasfınızdır. -Nedir o vasıf? -İman! İslam ümmetine verilen üstünlük mutlaktır ve imanına bağladır. Allah önümüze, bir fıtrî, diğeri tebeî iki üstünlük koyar. Sonra bize sesleniyor: -Ben o ikisini üstün kıldım ama sana öyle bir üstünlük verdim ki seni onların üstüne çıkarır. Bu imandır. Şayet iman edersen, seni ikisinden de üstünsün. (Ve entüm a’levne in kuntum mü’minîn..) (Âl-i İmran, 139)
Bediuzzaman, Rüyada Bir Hitabe’de, o muhteşem manevi meclise Müslümanların neden mağlup olduğunu anlatırken, üç ihmalimizden söz eder. Namazı terk ettik, orucu terk ettik, zekâtı terk ettik… Bunları ihmal etmemiz ve terk etmemiz, bu yenilgiyi (Birinci Cihan Harbi yenilgisi ve Osmanlı’nın yıkılması) hazırladı der ve onlardan tasdik alır. Ama aynı meclis ona şu müjdeyi de verir: “-İstikbal inkılabatı içinde en yüksek gür seda, İslamın sedası olacaktır!” İşte bu günler, o cennet-âsâ zamanların başladığının müjdelerini taşıyor. Çünkü bizim istikbalimizin teminatı imandır. Onların üstünlüğü, şer güçlerinin etkileri, iman ehline geçmez. Allah, kendi üzerine bir hak olarak yazdı ki, Allah’ın gerçek kullarına bir halt edemeyecek. O yüzden de yeryüzünde Deccal düzeni kurulduktan sonra, Müslümanlar için en mühim ve en kıymetli faaliyet imanları takviye ve tahkim etmek işiydi. Teknoloji, bilim, siyaset, tedbir bir yere kadardı. Çünkü bu ümmete üstünlüğü temin edecek yegâne kuvvet imandı ve iman olacaktı. Tabii ki Deccaliyetin imha ve ifsat hareketlerinden biz Müslümanlar da nasibimizi almıştık. Müslüman, Müslüman olduğu ve ahirete inandığı halde, en küçük bir dünyevî menfaati, ahiret nimetine tercih edebiliyor, seve seve İblis’in hizmetine girebiliyordu. Hâlâ da o etki bir şekilde içimizde devam ediyor. Çünkü Deccal’in biz Müslüman Türkler için özel çabaları ve çalışmaları oldu. O ve hizmetkârları, biliyorlardı ki Türk milleti, İslamın hizmetinden çıkarılmadıkça İslamiyete bir zarar veremezler. Türk bitmeden İslam bitmez, İslam bitmeden de İblis iddiasını gerçekleştirebilmiş olmaz. İnsanlığı bütün bütün ifsat edemez. O yüzden Türk milletinin ifsat edilmesi ve onda karar kılmış dinin imha edilmesi gerekiyordu. Elinden Kur’an’ın alınması gerekiyordu (Gladstone’un konuşmasını hatırlayın). Öyle de yaptılar. Düşünün ki bu millet, bundan tam bir asır önce, kutsal kitabı Kur’an’ı okumaktan, dedesinin yazdığı kitabı anlayabilmekten, onun gibi giyinip yaşamaktan, onun gibi ibadet etmekten men edilmişti. Harf inkılabı adı altında bir gecede tüm millet okur-yazar olmayan bir seviyeye düşürülmüştü. Bunu içimizdekiler eliyle yaptılar tabii. Bu işin takip edici gözlemcisi de dönemin tek parti iktidarı oldu. Ama aynı zamanda başka bir tecelli gerçekleşiyordu: “Mücrimler istemese de Allah nurunu tamamlayacak.” Allah bu milleti ayakta tutmayı ve onu yarın kendi dini için kullanmayı murat etmişti ki ona imdat etti! O gün karanlık birden bire bastığında kimisi bir mum, kimisi küçük bir ateş yaktı. Kimisi elindeki küçük bir idare lambası ile o karanlığı aydınlatmaya çalıştı. Herkes de elhamdülillah bir parça muvaffak oldu ve o karanlığın içinde yitip giden milyonlara inat ellerindeki o küçük cemaatleri muhafaza ettiler. Ateşten ve küfrün karanlığından… Bir kısım büyük zatlar, elde kalmış Müslümanları ve İslamiyeti korumak için çabalarken, Bediuzzaman, o zamana kadar görülmemiş bir yola tevessül etti ve Kur’an’ı, yeni bir dil ve üslup ile akıl ve hikmet yolunu tutarak anlatmaya, imanı yeniden inşa ve ihyaya başladı. Ne zaman? -Tam da bu millet, bağımsızlığına karşılık dinini rüşvet vermeye zorlandığı bir dönemde. 1926 yılı itibarıyla. İçi boşaltılan, sadeleştirme adı altında içinden mukaddesatı çağrıştıran tüm kelimelerin sökülüp atıldığı bir dönemde o, imanı takviye edecek ayetleri alıp tematik bir üslup ile şerh etti, izah etti. Yok edilmek, ilahî kavramlardan yoksun bırakılmak istenen Türkçeyi bir Kur’an dili haline getirmeye koyuldu. Siyasetle hiç ilgilenmediği halde, onu hep o niyetle itham ettiler. 28 yıl hapislerde süründürdüler. Ama o yazmaya, özellikle de imanları tamir etmeye, güçlendirmeye devam etti. Çünkü biliyordu ki İblis’in ve Deccal’in hükmü ancak imansıza geçer. İman sahibi, Allah’ın koruması altındadır. Başka bir şey yapmak gerekmiyordu o an. Sadece imanların takviye edilmesi gerekiyordu. Bu çaba, Deccaliyetin karşısındaki Mehdiyetçi çabaların ilki ve en aktiflerinden biri oldu. Risale-i Nur, dinsizlik cereyanının karşısına bir kale gibi dikildi ve o kaleye girenler selamet buldu. Temel prensibi, sadece imana hizmetti. Siyasetle ilgilenmedi, iman güçlendiğinde, kaybedilen her şeyin yeniden geleceğini/ alınacağını biliyordu. (İşte, yeniden ibadete açılacağını müjdelediği Ayasofya! Onun en büyük delilidir!) Nitekim de öyle oldu ve devam ediyor. İnananların çoğalması ve milletin yeniden uyanmasıyla 1950’lerden itibaren, bu millet tek parti iktidarına son verdi. Esasında bu, milletin Deccal düzenine bir tavrıydı. Onun en açık temsilcisi bildiği için bir daha da onu hiç iktidar etmedi. Onun yerine Demokrat Parti’yi iktidara getirmişti. Esasında DP de sistemin bir parçasıydı. Onun vaat ettiği ezandı. Ezanı serbest bıraktı. Tabi ne karşılığında, Rockfeller’in daha büyük tavizler koparması karşılığında. Bununla da kalmadılar, ona karşı darbe yaptırdılar ve sonunda onu astırdılar. Bu Allah’ın ona merhameti oldu. Ezana olan hizmetinden dolayı, Allah şehit mertebesine çıkardı ki siyaseten güçlü zamanında yaptıkları affola! İktidar yeniden CHP’ye geçmişti, ta baştan o büyük güçlerle anlaşma yapan CHP’ye! Fakat uyanmış olan imanlı halk, ilk serbest seçimlerde onu yeniden tard etti. (1965). O zaman İsmet İnönü, “Beni nurcular yıktı…” diyecekti! Bu millet, kendisinden zorla alınan iktidarını, dinini, devletini almaya kararlıydı. Her gün inananlar arttıkça, iman erleri dinin hizmetine koştukça, siyaset de yavaş yavaş everiliyordu. İlk defa Bediuzzaman bu üst şer akıl dedikleri, mühim kuvvetini dinsiz Yahudilerin teşkil ettiği komitaya dikkat çekti. Deccal’in mühim kuvvetlerinin Yahudi olduğunu söyledi. Onları zındıka komitesi diye tanımladı. Zındıka komitesinin bir heyeti ve ona hizmet eden güçlü hükümeti olduğuna dikkat çekti. Müslümanların onunla baş edemeyeceğini, ancak Hz. İsa’nın (a.s.) Mesih adı altında zuhur edeceğini ve Deccal’i onun öldüreceğini haber verdi. Siyaseten de ilk defa rahmetli Erbakan Deccal düzeninden söz etti. Bu millete onu karşı bir siyasi duruş geliştirmeyi öğretti. Siyasi anlamda ilk defa, Büyük Deccal’e; Siyonizm’e ve şer odaklarına açıktan çattı. Onların nasıl ahtapot gibi İslam memleketlerini sardıklarını gözler önüne sermeye çalıştı. Amacına ulaşmamış olabilir ama insanımızı uyandırmıştı. Türkiye artık uyanmıştı. 1900’lerin başından beri nasıl bir oyuna getirildiğini görüyor ve anlıyordu. Geçmişe kızmaya, o dış dayatmalara evet demek zorunda kalanlara kızmaya gerek yoktu. Ülkenin adı Türkiye idi, kendisi Türk değildi. Halk Müslümandı ama ticaretini faizle, nikâhını kilise âdetiyle yapıyor, yiyeceğini yıkadığı suyu taharetini yaptığı su ile aynı kanala bırakıyordu. Artık yapılması gereken onun izlerini ve köklerin silmek olacaktı ama bu kolay bir iş değildi. Çünkü hâlâ onların izni olmadan kimse bu ülkede iktidar olamıyordu, olmak isteyenler onlardan izin almak veya onlara istedikleri tavizleri vermek zorunda kalıyorlardı. İslam ve Kur’an adına millete verilen bir sözü yerine getirmek için, daima onlara daha büyük bir taviz verilmesi gerekiyordu. Fakat artık bu topraklarda eskisi kadar etkili olamıyorlardı. Kendi tensipleriyle gelmiş birileri artık onların istediğini tam yapmıyordu. Üstelik de yapmaması gereken bir şeyleri de yapıyordu. Şimdi önlerinde iki yol var. Ya Türkiye ile savaşmaya devam edecekler ki bu Allah’ın iradesi ile savaşmaları demektir. Veya ne yaparlarsa yapsınlar yıldızı parlamaya ve yükselmeye devam edecek Türk milleti ile iş birliği yapacaklar. Rockefeller, iş birliğinden yana Rothschildler ise Türkiye’yi cezalandırmaktan yana! İlk defa Siyonizm’e hizmet edenle İblis’e hizmet eden bir yol ayrımına geldiler. Bir taraf Çin’i Amerika’nın karşısına dikmeye çalışıyor, bir taraf da Türkiye’yi İngiltere’nin yerine oturtmak istiyor. Çünkü biliyorlar ki yükselmekte olan Çin’i yarın dizginlemek gerekirse onu yapabilecek tek millet, onların dedelerini de te’dip etmiş Türk milletidir. Türktür Çin’in antisi. Tıpkı Afrasiyab’ın antisi Turan olduğu gibi! Onların hakkından ancak o gelebilir! Bu gelişmeler, yavmü’l-melhame’ye doğru gidişin saflarını da açığa çıkaracak. Bugüne kadar “İlf/Elflerin de kendileri ile beraber olduğuna inanıyordu “Cüceler” (en küçük ümmet-Yahudiler) sadece Orkları (Türkleri) ve Gogları (Ye’cüc Me’cüc) karşılarına oturtmuşlardı. Diğer herkes kendi yanlarındaydı. İşte bunun böyle olmadığını görecekleri zaman geldi. Yeruşalem’in etrafında mancınıklar göründüğünde kaçabilecekleri tek yer gargad ağacının gölgesi olacak. Ama onda bile yanıldıklarını görecekler! Keşke Kur’an’ın onlara yaptığı teklifi dikkate alsalardı... (İsra, 7-8) Ama artık iş işten geçti. Bundan sonra olacakları hep birlikte göreceğiz. Bu yazı ayağı yere basmayan bir yazıdır. Öyle olsun istedim. İçinde –size göre- çok indî hükümler, esaterik çıkarımlar görebilirsiniz. Ben tam da öyle olsun istemiştim zaten. Siz yine de bu metni bir yere kaydedin. Belki bir gün işinize yarar! (Son) |
||
Etiketler: Ayağı, Yere, Basmayan, Bir, Yazı, -IV-, |
|