|
||
1000 Yıl Sürecek Denilen 28 Şubat’ın Tahribatları Ve Tamiratlar | ||
Dr. Adnan Küçük / Kırıkkale Üniv.Huk.Fak.Anayasa Huk. Ana Bilim Dalı Dr. Öğr.Üy. | ||
1000 Yıl Sürecek Denilen 28 Şubat’ın Tahribatları Ve Tamiratlar
“28 Şubat 1997 Askerî Zorbalığı’nın üzerinden tam 24 yıl geçti. Her ne kadar “geçmişe takılıp kalmamak ve geleceğe bakmak” lazım şeklindeki sözün haklılığından söz edilebilirse de, hem 28 Şubatın tahribatının büyüklüğü ve bu tahribatın yeni nesil tarafından yeterince bilinmemesi hem de hala 28 Şubat zihniyetinin örtülü de olsa yaşatmaya çalışanların varlığı, bu dönemde yaşananların tekrardan bilinmesini ve hatırlanmasını lüzumlu kılıyor.
28 Şubat’taki hadiseler bir anda yaşanmadı. Bu sebepledir ki, 28 Şubat sürecinin tarihi arka planını oluşturan asker siyaset ilişkileri hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum.
Türkiye’de asker-siyaset ilişkileri Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana hep sorunlu olmuştur. Modernleşme ve modernizasyon işlemlerinin ilk gerçekleştirildiği kurum olan askeriyede görev yapan askerler siyasete ve devlet yönetimine hep ilgi duydular.
Askerlerin siyasete ve devlet yönetimine ilgisi tek yanlı olmamış, çoğu sivil paşalar, aydınlar, medya vd. etkili çevrelerden de, askerlerin bu ilgisine, hatta bazı kereler çeşitli şekillerde kendini gösteren askeri müdahalelere etkin destekler gelmiştir. Bazı müdahaleler bütün burada sözü edilen çevrelerin iş birliği içinde el birliği ile gerçekleştirilmiştir.
Askerlerin siyasete ilgisi ve etkinlik çabaları cumhuriyet döneminde daha da arttı. Her ne kadar Cumhuriyetin ilk yıllarında kanuni düzenlemelerle askerlerin siyasetten uzak tutulmaya çalışıldığı yönünde bir izlenim verilmek istendi ise de, askerler bu dönemde de siyasete ve yönetime ilgi duymayı sürdürdüler. TSK İç Hizmet Kanununda yer alan meşhur 35’nci maddenin ilk şekli olan 34. maddesinde yer alan ve çoğu askeri darbelere meşruiyet oluşturan “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır” ifadesi, 1935 yılında kanunlaştı.
1937’de İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi askerlerin yoğun etkilemeleri altında oldu. Genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak 12 Ocak 1944’te emekli oluncaya kadar fiilen Bakanlar Kuruluna katıldı ve ona rağmen hiçbir karar alınamadı.
1950’li yıllardaki gizli cuntalaşma hareketlerinin olgunlaştırdığı ve sonraki dönemlerde yaşanan darbelerin de anası olan 27 Mayıs askeri darbesi, askerlerin siyasi etkinliğini en üst düzeye çıkardı. 27 Mayıs ürünü olan 1961 Anayasası ile askeri vesayet rejimi anayasal ve kurumsal yapıya büründürüldü. 1962 ve 1963 yıllarında Talat Aydemir’in darbe teşebbüslerini 1971’de 12 Mart muhtırası izledi.
Nihayet 12 Eylül 1980 günü en kanlı askeri müdahale gerçekleştirildi. 12 Eylül Cunta Rejiminin eseri olan 1982 Anayasası ile askeri vesayet yapılanması tekrardan tahkimli şekilde anayasal, kanunî ve kurumsal yapıya büründürüldü.
28 Şubat öncesinde çıkarılan çeşitli kanunlarla ve anayasal düzenlemelerle, askeri vesayet zihniyeti köklü bir yerleşiklik kazandı. Bu zihniyetin özünü, irtica ile bütünleştirilen geniş halk kesimlerine güvensizlik teşkil etmektedir. Hatta güvensizlikten de öte, bu geniş kesimlerin etkin iradesi, vesayetçi zihniyetin ruhunu teşkil eden otoriter, militan laikçi vesayetçi cumhuriyet için en büyük tehlike olarak görülmüş, bu anlayışta, din ve vicdan hürriyetinin alanı en aza indirilmek istenmiştir. Başörtüsü yasağı, dindarlara yönelik ötekileştirme politikaları ile Refah Partisi iktidarına karşı yürütülen militanlaştırılmış demokrasi görünümlü hukuk devleti ile çelişen yıkıcı mücadele bunun en bariz göstergesidir.
28 Şubat’ta Yaşananlar
28 Şubat’taki vesayetçi karanlık darbenin gerçekleşmesi öncesinde, darbe zeminini hazırlayan süreç hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum.
1994’de mahallî idareler seçimleri yapıldı. Bu seçimlerde, Refah Partisi üyesi olarak İstanbul’da Recep Tayyib Erdoğan, Ankara’da da Melih Gökçek Belediye Başkanı seçildi. Otoriter militan laikçi cumhuriyetçi vesayetçi kesimler bu sonuçları kabul edecek durumda olmadıkları için, “İstanbul’u, Ankara’yı gericilere terk etmiyeceğiz!” sloganları atmaya başladılar. Bu kesime göre, bu iki büyük şehir, Cumhuriyet düşmanlarının eline geçmiştir, ne pahasına olursa olsun, bu koltukların tekrardan Cumhuriyetçi kadrolara teslim edilmesi lazım.
Bu aşırı hazımsızlığın ve millet iradesini inkâr etmenin bir neticesi olarak, şu anda Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan Sayın Erdoğan okumuş olduğu bir şiirden dolayı hapsedildi ve bir daha “muhtar bile olamayacak” şekilde siyaseten yasaklandı.
1995 yılında yapılan TBMM seçimlerinde Erbakan liderliğindeki Refah Partisi birinci parti oldu.
TBMM seçimlerinde de böyle bir sonucun ortaya çıkması, otoriter-militan-laikçi-cumhuriyetçi-vesayetçi kesimleri çok daha fazla hazımsızlığa ve reddiyeci tutuma sevk etti.
En nihayetinde bu kesim için en kabul edilemez olarak görülen Erbakan’ın hükümet kurması ihtimali belirdi. 1996’da Erbakan’ın başbakanlığında, otoriter-militan-laikçi-cumhuriyetçi-vesayetçi kesimleri çıldırtacak olan Refahyol koalisyon hükümeti kuruldu.
Artık kendilerini, Cumhuriyetin hakiki sahipleri ve halkın iradesine karşı cumhuriyeti korumakla görevli olarak gören otoriter-militan-laikçi-cumhuriyetçi-vesayetçi kesimler, harekete geçmek için bütün şartların tamamlanmış olduğuna kanaat getirdiler. Millî görüş kimliğine sahip Erbakan hükümeti, hazımsızlık sorunu yaşayan askeri vesayetçileri harekete geçirdi. Bu kesimlere göre, Almanya için Hitler ne ise Erbakan da o idi. Aralarındaki tek fark, Hitler’in “nasyonal sosyalist/faşist”, Erbakan’ın ise “milli görüş” kimliğine sahip olmasıdır.
28 Şubat müdahalesini haklılaştırmak maksadına yönelik olarak, bazı etkili medya grupları, akademik çevreler, asker-sivil bürokrasi, bazı siyasi aktörler, güçlü ve nüfuzlu iş adamları, STK görünümlü vesayetçi dernekler, sendikalar vb., uydurma Fadime Şahin, Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz soslamaları ile bütünlük içerisinde askeri vesayetçi müdahale için zemin oluşturulması yönünde yoğun şekilde çabalara giriştiler. Artık kılıçlar çekilmiş oldu.
Halkın çoğunluğunun demokratik iradesi ile iktidara gelen Refahyol hükümetine karşı duyulan aşırı vesayetçi tahammülsüzlük neticesinde askeri müdahaleyi haklılaştıracak psikolojik algı zemini oluşturulduktan sonra, 28 Şubat süreci aşamasına geçildi.
28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu toplandı. Bu Kurulda, Refahyol’un temel felsefesi ile tamamen çelişen kararlar alınarak hükümete dayatıldı.
Otoriter-militan-laikçi-cumhuriyetçi-vesayetçi kesimler sadece 28 Şubat günü MGK’da alınan kararlarla yetinmediler. Onlar için önemli olan bu kararları uygulayacak hükümete de ihtiyaç duydular. Refahyol hükümetinin bu taleplerini karşılayacakları kanaatinde olmadıkları için, ikinci operasyona girişerek kaba saba askeri vesayetçi tehdit ve baskılarla Refahyol hükümetinin 18 Haziran 1997 günü yıkılması sağlandı. Bu bağlamda, Erbakan Tansu Çiller’in Başbakan olarak atanması üzerinde mutabık kalarak istifa etti.
Fakat askeri vesayetçi etkin güçlerin kaba saba baskı ve tehditleri altında DYP’nin içi boşaltılarak Tansu Çiller’in Başbakanlığında bir Doğruyol Refah Partisi koalisyon hükümetinin kurulması ihtimali ortadan kaldırıldı.
Bütün bu süreçlerin sonunda askeri vesayetçilerin güdümünde hareket eden koalisyon hükümetleri kuruldu. Bu hükümetler döneminde, 28 Şubat kararlarının etkin bir şekilde uygulanması yönünde yoğun çabalar sarf edildi.
28 Şubat’ın Ağır Hasarları
28 Şubat kararlarının uygulanabilmesi için uygun hükümetler kurulduktan sonra, bürokrasinin de emir tahtına girmesi gerekiyordu. Nitekim başta yüksek yargı mensupları olmak üzere hâkimler, savcılar, üniversite camiasının yönetici kadroları ve diğer bürokrasi kesimleri esas duruşa geçerek cuntacıların mihverine girdiler. Sıra uygulamaya geldi.
28 Şubat’ın en büyük tahribatı, demokratik bir iktidarın askeri bürokrasinin kaba saba zorlamaları ile yıkılması olmuştur. Demokratik bir hükümete önce istemedikleri kararlar zorla dayatıldı, daha sonra da dayatmalara yeterince cevap vermeyen hükümet yıkılmaya zorlandı.
28 Şubat darbecilerinin operasyonları kapsamında önce Refah Partisi sonra da Fazilet Partisi Cuntacıların istekleri tam manasıyla uyumlu hareket eden AYM tarafından kapatıldı.
28 Şubat’ta MGK’da kabul edilen “Rejim Aleyhtarı İrticai Faaliyetlere Karşı Alınması Gereken Tedbirler” başlıklı metin her halükârda mutlak manada tatbik edilmesi gereken ve hatta neredeyse Anayasa’dan da üstün hale getirilen bir metne dönüştürüldü.
Diğer darbeler gibi bu darbe de, sadece birkaç komutanın laiklik hassasiyetinden kaynaklanan post modern bir darbe kalkışması değildir, otoriter-militan-laikçi-cumhuriyetçi-vesayetçi kesimlerle birlikte FETÖ ihanet örgütü üzerinden yürütülen bir harici güçlerin saldırısıdır. Bu ittifakla uyumlu olarak, tarifi imkânsız zulümler yaşandı 28 Şubat sürecinde, FETÖ’cü hâkim ve savcıların ince taktikleri ile cuntacı faillerin üzerleri örtüldü.
Burada zahiren çok zıt gibi görünen iki grup arasında kökü çok derinlerde olan ittifak gerçekleşti. Dindarlığı irtica ile bütünleştiren ve bu sebeple de dindarlara yönelik büyük kıyımlar gerçekleştiren 28 Şubat cunta yapılanması, “biz dini bir cemaatiz (cuntacılara göre irticanın ta kendisi olması lazım), İslam'ı bütün dünyaya yayacağız” diye sesini bütün dünyaya duyuran FETÖ’cülerin kılına bile dokunmadılar. Normalde cuntacı otoriter militan laiklerle dindarların sarmaş-dolaş olması mümkün olmadığına göre, FETÖ’cülerin dini cemaat olarak geçinmeleri, esasen ihanet kimliğini örtme çabasından ibarettir.
15 Temmuz ihanet kalkışmasını yapan FETÖ’cü askeri unsurlar, bu süreçte, hem saf dışı bırakılanların bir kısmının yerlerine yerleştiler, hem de daha önce yerleşmiş oldukları yerleri daha da tahkim ettiler. Bu sebepledir ki şu belirleme çok rahatlıkla yapılabilir:
“28 Şubat olmasaydı 15 Temmuz kesinlikle olamazdı”.
Erbakan’ın başbakanlığındaki koalisyon hükümetinin yıkılması üzerine kurulan hükümetler askeri vesayetin emrinde görünümüyle yarı askeri bir yönetim sergilemiştir.
Toplumun irtica ile bütünleştirilen geniş dindar kesimlerine karşı ciddi bir mücadele başlatıldı. Bu dönemde dindarlara yönelik dışlayıcı, ötekileştirici, mağduriyetlere sebep olan, genel hukukî ölçülerle uyumluluğu olmayan uygulamalarla alakalı şu bilgiler verilebilir:
1 milyondan fazla devlet memuru, dini inançları ve başörtüleri nedeniyle, irtica isnadlı olarak, kademe ilerlemesinin durdurulması, uyarma, kınama, haksız yere sürgün, lojmandan çıkarma, disiplin soruşturmaları, istifaya zorlanma, memuriyetten çıkarma işlemlerine maruz kaldı. 1997’de 1235, 1998’de 1619, 1999’da 1627, 2000’de 1565 ve 2001’de 1309 muhtelif yayınlar hakkında toplatma kararı verildi. Refah Partisi, Fazilet Partisi ve 21 vakıf kapatıldı. 210 vali ve kaymakam hakkında raporlar hazırlandı, 1635 subay ve astsubay ordudan ihraç edildi, 11.000 öğretmen istifa ettirildi, yüzlerce akademisyenin üniversite ile ilişiği kesildi, 33.271 öğretmen kılık ve kıyafeti gerekçesiyle fişlendi, Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde 569 askeri ve 639 sivil personel atıldı, TSK’da 2.500 subay ve ast subay YAŞ kararıyla ihraç edildi, 600.000 öğrenci başörtülü oldukları için okullarına giremedi, bir kısmı eğitimlerini yurt dışında tamamlamak zorunda bırakıldı, 12 milyon öğrenci mağduriyetlere sebep olacak şekilde belirlenen katsayı sebebiyle istedikleri yüksekokullara giremedi, 1.732 Kuran Kursa kapatıldı, kamusal alan olarak belirlene alanlara sayısını bilemediğimiz kadar başörtülü kişi alınmadı. Eşinin hatta annesinin başının örtülü olması, hakkında dindar olduğuna dair bilginin edinilmesi, bir diğer ifadeyle irtica ile ilişkilendirilme, fişlenmek, ihraç edilmek, pasifize edilmek, bazı haklardan mahrum bırakılmak, terfisi engellenmek ya da kamu görevine alınmamak için yeterli görüldü.
Bütün bu korkutucu mahiyetteki mağdur edici kamusal uygulamalar yanında, toplumun sivil dindar kesimleri de büyük bir korkuya büründürüldü. Milyonlarca kişi dindarlığını açık etmekten korkar hale geldi. Korku, toplumun kimyasını bozdu. Bir ortamda başörtüsü lehine bir kelam edileceği zaman, bazıları korku içinde tepki verir hale geldi.
Başörtüsü yasakları sürdüğü dönemlerde üniversitelerde başı açık bayan öğrenciler mezun olurlarken, bu sefer de, mezun olan öğrencilerin ailelerinden başörtülü olanlar üniversitelerde mezuniyet törenlerine sokulmadılar. Tek arzuları yıllarca tırnaklarıyla kazıyarak çalışıp okuttukları çocuklarının mezuniyetlerini görmek, gururlanmak, iftihar etmek olan başörtülü nineler ve anneler üniversite kapılarında ağlaya ağlaya çocuklarını, torunlarını tören alanlarında görmekten mahrum bırakıldılar. Bu acıları yaşamayanlar bilemezler.
Bu süreçteki uygulamalarla, “irtica tehdidi” yaftasıyla, toplumun vesayetçi zihniyetle uyumlu görülmeyen İslâmî kimliğinin yok edilmesi yönünde yoğun çabalar sarf edildi. Vesayetçi hâkim güçler, “irtica” ile özdeşleştirilen İslâm’ı, önce Türkiye’nin bir numaralı güvenlik tehdidi olarak konumlandırdılar, sonra da onunla kaba saba mücadeleye giriştiler.
Cumhuriyetin başlarından bu yana otoriter militan laikçi politikaların temel amacı, İslâm’ı hem bireysel hem de toplumsal hayattan uzaklaştırmak ve yeniden hayata yön verecek bir güce ulaşmasının önünü tıkamak, toplumu, edilgen unsur olarak kendi iradesine rağmen, yukarıdan aşağıya sekülerleştirmekti. 28 Şubat sürecinde bu yöndeki uygulamalar zirve yaptı.
28 Şubat’ın ekonomiye ödettiği bedel de çok ağır oldu. 28 Şubat uygulamalarının, eski Başbakanlardan Tansu Çiller’in 291 Milyar , bazılarının da 387 milyar olduğunu belirtikleri ekonomik bedellerinin olması neticesinde ekonomimiz dibe vurdu. Vurgun yapanların vurgunları yanlarına kâr kaldı. Geniş halk kesimleri ciddi manada yoksullaştı.
28 Şubat, askeri vesayetçi kesimin, sivil görünümlü müttefikleri ile demokrasiye verebilecekleri zararın derecesini de ortaya koydu. Bu süreç, geçmişte demokrasi havarisi kesilen yüzbinlerce vesayetçi yüzlerin gerçek çehrelerinin görünürlüğünü de sağladı.
Bu süreç zor zamanlarda demokrat olabilmenin ne kadar zor olduğunu gösterdi. Hakikaten 28 Şubat sürecinde yaşananları, başta başörtüsü olmak üzere din hürriyetine yönelik kısıtlamaları eleştirmenin en üst düzeyde zorlukları bu dönemde yaşandı.
Bazıları korkularından eşlerinin başlarını açtılar ya da eşler korkularından başlarını açtılar. Kısaca dindarların dini gereklere uygun bir yaşantı sürmeleri, dini düşüncelerini ifade edebilmeleri büyük cesaret meselesi haline geldi. Hak ve hürriyetlerin kullanılmasının cesaret meselesi haline geldiği bir zeminde söz konusu hak ve hürriyetlerin varlığından söz edilemez.
Sürekli bağımsız ve tarafsız yargı söylemlerinin bayraktarlığını yapan bazı çevrelerin zihniyetindeki hâkimler, savcılar, özerk olması gerektiği söylenen Üniversitelerdeki öğretim üyeleri ve rektörler, bu süreçte askerlerin karşısında esas duruşa geçerek emrinizi bekliyoruz pozisyonuna büründüler. Bu şekilde, yargının da üniversitelerin de tabiatı zehirlendi. Vesayetçi zihniyetin emrine giriş, bu kurumları iflasın eşiğine getirdi. Kısaca militan rektörler ve militan hakimler, onları tetikleyen medya olgusu ortaya çıktı.
28 Şubat sürecinde, halkın emrinde olması gereken siyasi iktidarın vesayetçi yapının emrine girmesi, demokrasiyi ve demokratik iradeyi esaslı şekilde hırpaladı.
Kısaca ifade etmek gerekirse, Tanzimat’tan 28 Şubat’a kadarki süreçte bu toplum, dışardan dayatılan, içerde de onların emir eri gibi hareket eden elitler tarafından uygulanan travmatik vesayetçi ameliyatlarla hizaya getirilmeye, “adam edilmeye”, ehlileştirilmeye, bu çabalara karşı çıkanlar da düşmanlaştırılarak bertaraf edilmeye çalışıldı.
Nihai Değerlendirme
Bütün bu hasarlar, her ne kadar belli çevrelerce desteklense de, halkın geniş kesimlerinde farklı yönlerde bilinçlenmelere sebep oldu. 2001 ekonomik krizi sonrasında, 28 Şubat sürecine de duyulan tepki neticesinde, halk, 2002 seçimlerinde 28 Şubatçı vesayetçi partileri büyük ölçüde tasfiye ederek, onlara layık oldukları dersi verdi. Bu seçimlerde AK Parti tek başına iktidara geldi.
AK Parti iktidarının belli dönemlerinde de 28 Şubat’ın etkileri değişen ölçülerde hissedildi. Ama zaman içinde tedrici olarak 28 Şubat’ın etkileri demokratik zeminde zayıflatıldı. 27 Nisan 2007 tarihinde Yaşar Büyükanıt Paşa tarafından hükümete gönderilen e-muhtıra daha sert bir üslupla hükümet cenahında karşılık görünce, 28 Şubat’ın etkileri hızla inişe geçti. 28 Şubat’ın prangası 2010’lu yıllarda büyük ölçüde kırıldı.
27 Nisan e-muhtırası 28 Şubat sürecini tamamlayıcı mahiyette mecalsiz bir vesayet teşebbüsüdür. 27 Nisanda, demokratik irade, vesayetçi iradeye karşı ciddi üstünlük sağladı.
15 Temmuz Fetö’cü ihanet kalkışması, yabancı güçlerin de yönlendirmesi altında 28 Şubat sürecinin en etkili teşebbüsü oldu ise de, halkın ortaya koyduğu şanlı direnişle bu teşebbüs te akim kaldı. 28 Şubat’ın mirasçıları olan 15 Temmuz ihanet şebekesi, halkta inkişaf eden demokrasi ve kendi mukadderatına sahip çıkma bilincini kavrayamadıkları için tabiri caizse “çuvalladı”.
15 Temmuz sonrası süreçte askeri vesayete imkân sağlayan anayasal ve kanuni düzenlemeler büyük ölçüde tasfiye edildi. İlk defa bu yeni dönemde, asker siyaset ilişkileri anayasal, kanuni ve kurumsal olarak demokratik bir zemine kavuştu.
Bütün bu yaşananlardan sonra hala 28 Şubat zihniyetinde olanlar var mıdır? Şeklinde bir soru sorulabilir.
Bu sorunun cevabı maalesef ki evet şeklindedir. Askeri vesayet özlemini taşıyan 28 Şubat zihniyeti; 19 yıllık AK Parti iktidarına rağmen hala fırsat kollamaya devam ediyor, intikam ateşiyle yanıp tutuşuyorlar. Fakat ellerine fırsat geçmediği için şimdilik demokratmış gibi görünüyorlar. Bu kesimin büyük ekseriyetini sivil görünümlü vesayetçiler oluşturuyor.
Özellikle 2017 Anayasa değişikliği ile 15 Temmuz sonrasında asker-siyaset ilişkilerinde dengelerin demokratik siyaset lehine değişmesini sağlayan hukuki kurumsal düzenlemelerin yapılması, demokrasimizin kökleşmesi açısından son derece önemlidir. Her ne kadar bazıları, menhus vesayetçi zihniyetlerini sürdürmeye çalışsalar da, zaman içerisinde demokratik siyaset kökleştikçe, önce bunlar ümitlerini kaybedeceklerdir. Vesayetçi zihniyetin gerilemesi, yeni nesillerde demokrasi kültürünü ve cesaretini güçlendirecektir.
Bu sebepledir ki, demokrasi mecrasında ilerleyen her bir yıllık uygulamalar, demokrasimizin geleceğini daha da güvenceli hale getirecektir. Vesayetçi zihniyete mensup kişiler, tabiri caizse “nesli tükenmeye yüz tutmuş canlılar” gibi etkisiz hale geleceklerdir.
Eh! bu kadar vesayetçi minimum azınlık her toplumda olabilir. Bizde olması da fazla etkili olmayacaktır. Önemli olan demokrasimizin bu olgunlaşma sürecini tamamlamasıdır.
Peki, demokrasimiz bu olgunluğa ne zaman ulaşacaktır?
Bu sorunun cevabını bugünden yarına hemen verebilmek zordur. Ama, Türk Milleti demokrasisine sıkı sıkıya sahip çıktığı ölçüde, vesayetçi tehlike zayıflayacaktır.
Milli irade-devlet bütünleşmesi, demokrasi-cumhuriyet bütünleşmesini sağlayacaktır. Bu bütünleşmede, cumhuriyet demokrasi ile taçlanacak, laiklik, anayasal demokrasiye göre şekillenecektir. Laiklik, din ve vicdan hürriyetinin korkulu düşmanı değil, güvencesi haline gelecektir. Bütün bu süreçlerin adaletle taçlanması, bu milletin geleceğinin teminatı olacaktır. |
||
Etiketler: 1000, Yıl, Sürecek, Denilen, 28, Şubat’ın, Tahribatları, Ve, Tamiratlar, |
|