|
||
Harf Devriminin Türk Dilinde Meydana Getirdiği Sonuçlar | ||
Dr. Adnan Küçük / Kırıkkale Üniv.Huk.Fak.Anayasa Huk. Ana Bilim Dalı Dr. Öğr.Üy. | ||
Tüm mescitleri, camileri yıksalardı, hepsini yeniden yapabilirdik, ama Elif-Ba’nın değiştirilmesinin zararlarını Türkiye henüz telafi edebilmiş değildir. Mustafa ÇALIK
1 Kasım1928 Tarih ve 1353 Sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun kabul edilerek harf devrimi gerçekleştirildi. Kanunun 1. maddesine göre, şimdiye kadar Türkçe yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut cetvelde şekilleri gösterilen harfler (Türk harfleri) unvan ve hukuku ile kabul edildi. Bu kanununla, resmî ve özel yazışmalarda, tedrisatta, gazete, dergi, kitap vb. bütün süreli ve süresiz neşriyat işlerinde, levha, tabela, ilan, reklâm ve sinema yazılarında, Latin harflerinin kullanılması esası benimsendi.
Türkler 10. yüzyılda İslamiyet’i kabul ettikten sonra yazı dili olarak Arap Alfabesi’ni aldı. Osmanlı devleti de bu geleneği sürdürdü. Arapça harfler Türk dilinin özelliklerine göre uyarlanarak Osmanlıca denilen harf ve dil yapısı geliştirildi.
Osmanlıca, sadece harflerle sınırlı değildir. Osmanlıca Türkçesinin harf ve dil yapısı, bünyesinde yer alan Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerle bütünlük içerisinde şekillendi.
Osmanlıca, sahip olduğu harf ve kelime yapısı itibariyle çok zengin bir dil idi. Ama, modernleşme ve sekülerleşme politikalarının bir neticesi olarak Batı Dünyası ile bütünleşme ideali kapsamında, Osmanlıca terk edilerek yeni Türk alfabesi benimsendi.
Bu kanunun çıkması ile birlikte toplumun 100’ü bir gecede okuma yazma bilemez hale geldi. Çünkü Osmanlıca tamamen yasaklandı, yeni alfabe de daha henüz bilinmiyordu.
Yeni harf sisteminin kökleştirilmesi kapsamında Osmanlıca ve Arapça 1980’li yıllara kadar yasaktı. Yasaklama kapsamında, Elif-Ba’yı, Kur’an-ı Kerim’i, namaz kılabilmek için gerekli namaz surelerini öğrenirken yakalananlar hakkında sıkı takibat ve soruşturma yapıldı.
Şapkalar, Tireler, Kesme İşaretleri Buharlaştırıldı
Bu dönemde, güneş dil teorisi kapsamında yeni kelimeler türetilmeye başlandı, Osmanlıcanın kelimeler üzerindeki etkinliğini yok etmek için harfler üzerindeki şapkalar (^), kelimelerin başlarında, ortalarında, sonlarında yer alan tire (-) ve kesme (’) işaretleri kaldırıldı.
Bu tür uygulamaların Türk Dili üzerinde hasarlara sebep olan iki tür neticesi ortaya çıktı.
Birincisi, sadece yeni harflerle yazıya ve basıma izin verildiği, Osmanlıca harflerle hem yazışmalar hem de kitap vb. kaynakların bulundurulması kesinlikle yasak olduğu için, Osmanlıya ve daha gerilere giden her türlü tarihî, kültürel, edebî vb. kaynaklardan tamamen kopmalar meydana geldi. Tabiri caizse tarihimiz 1920’li yılların başlarından başlatıldı.
Bu topyekûn kopuşun bir diğer amacı da, Osmanlıdan tevarüsen gelen ve toplumun ve bireylerin mayasını teşkile den geleneksel dini değerlerden koparak seküler bir toplumun inşa edilmesi idi. Tüm geçmişe dair tarihî, kültürel, dinî vb. kaynaklar ya Arapça ya da Osmanlıca idi. Bunlar yasaklandığı için, tamamen tarihten, köklerden kopma hadisesi gerçekleştirildi.
Oysa hiçbir toplum, ilelebed payidar olabilmek için tarihini, köklerini terk edemez. Batı, hiçbir zaman tarihinden kopmadı, şimdiki terakkisini, tarihini inkâr ederek yok saymasına değil, tarihini öğrenerek, ibret alarak, yeni şartlara uygun açılımlar gerçekleştirmeye borçludur.
Cumhuriyetin temel toplumsal projesi, pozitivizm temelli yeni bir toplum inşa etmekti. Bu inşa sürecinde, dinî hayat tarzı yerine akıl temelli pozitivizm etkili oldu. Pozitivizm temelinde şekillenen laiklik, demokratik değil, kurucu rasyonalist, otoriter ve dışlayıcıdır.
Uzunca süre ezanın Arapça aslının okunmasının ve Arap harflerine yönelik yasaklama kapsamında Kur’an-ı Kerim’in öğrenilmesinin, okullarda dini eğitimin 1930’lardan 1940’lı yılların sonlarına kadar tamamen yasaklanması bu laiklik politikasının bariz yansımasıdır.
Bu politikaların dile yönelik yansıması, Arapça ve Farsça kelimelerin bolca bulunduğu Osmanlıca kelimelerden büyük ölçüde kurtulmaktır. Bu kelimelerden kurtulmak yönündeki çabalar da, bir yandan yeni kelimeler üretilerek, bir yandan da bazı yabancı kelimeler Türk diline dâhil edilerek sürdürülmüştür.
İkincisi, harfler üzerindeki şapkalar ve bazı kelimelerde bulunan tire ve kesme işaretleri kaldırılarak, esasen Osmanlıca kelimelerin birbirinden farklı manaları olan kullanımları büyük ölçüde yok edilmiştir. Osmanlıca kelimelerdeki şapka, tire ve kesme işaretleri kaldırılarak, bir yandan ucube bir yapı ortaya çıkarıldı, diğer yandan da kelimelerin farklı kullanım imkanları ortadan kaldırıldı. Bu da kelime zenginliğini büyük ölçüde aşındırdı.
Burada bazı örneklere yer vereceğim.
Mesela Osmanlıcadan Latinceye geçilirken bazı harflerin üzerinde yer alan şapkaların kaldırılması neticesinde şu tür ucube sonuçlar ortaya çıktı.
Hâkim: “egemenlik sahibi olan, hükmeden, yönetici, hüküm veren, hükümran ve üstün olan, mahkemelerde yargılama faaliyetlerini yürüten hâkim, kadı” vb. manalara gelmektedir.
Hakîm: “hüküm ve hikmet sahibi olan, mevcudatın hakikatine vâkıf olan, hikmet mütehassısı (uzmanı), iş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan” vb. manalara gelmektedir.
Hakim: esasında hiçbir manası olmayan bir kelimedir. Fakat günlük kullanımda bu kelime hâkim manasında kullanılmakla birlikte, hakîm manası yok edilmiş olmaktadır.
Hak: “Doğru, gerçek, adalet, doğruluk, insaf, herkesin meşru olan salahiyeti, dâva ve iddia, hakikate uygunluk, uygun, pay, din, Allah, Allah’ın hak ismi” vb. manalara gelmektedir.
Hâk: “toprak, türâb” manasına gelmektedir.
Hâk ile yeksân olmak: “Yerle bir olmak” denilirken, hâk kelimesi kullanılmaktadır. A üzerindeki şapka (^) atıldığı zaman, artık toprak manasına gelen “hâk” yerine de “hak” kelimesi kullanılmaya başlandı. Bu da mana karışıklıklarına sebep olmaktadır.
Okuma ve seslendirmelerde bu iki kelime farklı telaffuz edilerek, bu mana farklılıkları sese de yansımakta idi. Şapka kalkınca, seslendirmedeki bu nüanslar da ortadan kalktı.
Şehrî: “aylık” manasına gelmektedir. Meclise devam edenlere şehrî (yani aylık) yüzer lira tazminat verilir. Şehri: belli olan ya da olmayan bir “şehri” ifade etmek için kullanılır. Bugün İstanbul şehrini gezdim. Şehri gezmek için minibüse bindim. Meclis-i Âlîce: Âlî, yüce Meclisce. Meclis-i Alice: Alice Meclisi (ne demekse?). Meclis-i Âlîye: Âlî, yüce Meclis. Meclisi Aliye: Meclisi Aliye, ne demekse? Bilen birisi izah etsin. Meclis-i Âlîye arz etmek: Âlî, yüce Meclise sunmak. Meclisi Aliye arz etmek: Meclisi Aliye sunmak. Kanun-ı Esasi’deki mana ile uyumsuz. Alem: Bayrak, sancak, nişan, işâret, minarenin, kubbenin tepesindeki hilal. Âlem: Kâinat, evren, dünya. Bazen bir harfin sonuna kesme (’) işareti konularak da farklı mana ifade edilmektedir. Bunların bazı örnekleri şu şekildedir. Hâdî: doğru yolu gösteren, hidayet eden, hidayet eden Allah, mürşid. Hâdi’: düzenbaz, hile yapan, hileci, aldatıcı. Hâdî-üt-tarîk: doğru yolu gösteren, Allah, kılavuz, rehber, önde giden. Şer: kötülük, kötü fiil, dinen kötü olan, yapılmaması gereken iş. Şer’: dinî kurallar, kanunlar, şeriat, Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklar. Ahkâm-ı Şer’iye: Şer’î hükümler, şeriatın hükümleri, esasları. İki Şer’, bir yerde bâzen eder içtima’: Bazen iki ilahi emir bir yerde bir arada bulunur. Ârâ’: oylar, reyler, fikirler. Ârâ: Süsleyen, bezeyen. Ara: iki şey arasındaki mesafe, mıntıka, bölge, alan, aramak için yapılan emir. Teklifin red veya kabulü için ekseriyeti ârâ’ya (yani oy çokluğuna) müracaat edilir. İctimâ’: Toplanmak, bir araya gelmek, kavuşmak, toplantı, toplanma, bir araya gelme. İctimâ’ etmek: Toplanmak, bir araya gelmek. Meclis-i Meb’usan’ın üç ay zarfında intihap olunup ictimâ’ etmek şartı ile… Meşru’: şer’an caiz olan, şeriatın izin verdiği, şeriata, kanuna uygun olan. Meşrû’a: şer’an caiz olan, şeriatın izin verdiği, şeriata, kanuna uygun olan. Emr-i meşrû’: şeriata, kanuna, hukuka uygun iş, emir. Meşrûtiyet-i meşrû’a: Dine uygun meşrutiyet, İslâm’ın öngördüğü meşrutiyet. Bazen de kelimelerin orta bir yerine kesme (’) işareti konularak da farklı manalar ifade edilebilmektedir. Bunlara bazı örnekler şu şekildedir. Hey’et-i Meb’usan: Meb’usan Meclisi (Hey’eti). Hey’et-i Âyân: Âyân Meclisi (Hey’eti). Re’sen: kendiliğinden, kendi kendine, kendi başına, bizzat. Resen: İp, halat, urgan, imaret kemeri. Ta’dil: değişiklik, tebdil etmek, aslına zarar vermeden değiştirmek Kavânîn ve nizâmât ile ta’dil veya ilgâ olunmadıkça.... Bazen de kelime sonunda bir, iki ya da daha fazla harfi ana kelimeden ayırmak için tire (-) işareti kullanılır. Bu işaretin kullanılmaması, ya yanlış manaların ortaya çıkmasına ya da orijinal mananın yansıtılamamasına sebep olur. Bazı misaller şu şekildedir. Terk-i vazife: vazifeyi terk etmek, yapmamak. Terki: At, katır vb. binek hayvanlarında eyerin ya da semerin arka bölümüdür. Terki vazife: Bu terkip bilin bakalım ne manaya gelmektedir; ben bir mana veremedim. Târih-i neşrinden: Neşir (yayımlanma) tarihinden. Tarihi neşrinden: Tarihi yayımlanmadan. Kullanım maksadı ile hiç uyumlu değil. Bu kanun tarih-i neşrinden (yayımlandığı tarihten) itibaren meridir (yürürlüğe girer). Bu kanun tarihi neşrinden itibaren meridir (yürürlüğe girer). Yed-i ecânib: Ecnebilerin, yabancıların eli. Yedi ecanib: yedi tane ecnebi, yedi yabancı devlet. Hıyanet-i Vataniye kanununun birinci maddesinden bir misal vermek gerekirse: Osmanlıca metninden birinci çeviri şu şekildedir: “Yüce hilafet makamı ve saltanatı ve ülkeyi yedi yabancı devlet güçlerinden kurtarma”. İkinci ve orijinale uygun çeviri de şu şekildedir: Makâm-ı Muallâ-yı Hilâfet ve Saltanât-ı ve Memâlik-i Mahrûse-i Şâhâneyi yed-i ecânibden tahlâs. Birincide, “yed-i ecanib” “yedi yabancı devlet” şeklinde çevrilmiş, ikincide “yed-i ecânib”, yabancı devletlerin elinden manasında orijinal metne uygun şekilde kullanılmıştır. Müddet-i tedavisi: tedavi süresi. Müddeti tedavisi: müddeti (süreyi) tedavisi. Men-i sirayet: sirayet etmesini, bulaşmasını men etmek, yasaklamak. Meni sirayetini: spermi bulaşmasını. Önceki mana ile uzaktan yakından alakası yoktur. Büyük Millet Meclisinin Târih-i Kabulü (kabul tarihi). Büyük Millet Meclisinin Tarihi Kabulü. Bir önceki mana ile hiçbir alakası yoktur.
Bütün bunlar, hem Türk dilinin yozlaşmasına, hem kelime zenginliğinin kaybolmasına, hem tarihî, kültürel, edebî vb. değerlerin ve kaynakların bilinememesine, hem de ucube kelime kullanımlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Osmanlıcada mevcut olan onbinlerce kelime zenginliğinin yerine maksimum birkaç bin kelime kalmıştır.
Fransızcada, “Où”daki “ù”, “éducation”daki “é”, “après”deki “è”, “disparaît”deki “î”, “à la”da “à”, “l’augmentation”da “l’a”, “s’est”de “s'e”, Almancada “Träger”deki “ä”, İtalyancada “l’accesso”da “l’a”, “distruzione-i problemi”deki “e-i”, “è stata”deki “è”, İspanyolcada “institución”daki “ó”, “política”daki “í”, “práctica”daki “á”, “eliminación-destrucción-las”daki “n-l”, “después”daki “é”, “desempeñarse”deki “ñ”, “única”daki “ú”, ait oldukları kelimelerin diğer kelimelerden farklı mana kazanmasına katkı sağlıyor. Bu dillerde bunlardan vaz geçmek kimsenin aklına bile gelmiyor. Osmanlıcadaki bazı harflerin üzerindeki şapkalar (^), kesme (’) işaretleri, tire (-) işaretleri de benzer işlevleri görmektedirler. Türkiye’de bu işaretler terk edilerek, dilimizde ciddi bir şekilde mana ve kelime hazinesi kısırlığı, anlamsızlıklar, ucube kullanım türleri ortaya çıkmıştır.
Mustafa Kemal, Hey’et-i Temsîliye adına Vilâyetlere ve Livalara ve Kolordu Kumandanlarına gönderdiği genelgede, toplanmasını istediği Meclis için şu ifadeyi kullanır:
“Ankara’da salâhiyet-i fevkalâdeye mâlik bir Meclis …ictimâ’ edecektir”.
Hukuk Fakültesinde Anayasa Hukuku derslerinde bu cümleyi anlayan var mı? diye sorduğumda, bir tek talebe bile doğru cevap veremiyor. Sanki hayatlarında ilk defa duydukları bir İngilizce metni işitmiş gibi gözlerime bakıyorlar.
Yeni nesil, Osmanlı ve daha geçmişteki tarihî, kültürel, edebî eserleri bir yana bırakalım, Cumhuriyetin kuruluşu ve ilk altmış yılında yazılan eserleri, metinleri bile anlamaktan âcizler.
Bu şekilde bir eğitimle Türkiye nereye gidecektir. Tarihinden kopan bir millet, topraktan kökleri sökülmüş çınar ağacı gibidir; bir müddet sonra yok olur gider.
Kısaca ifade etmek gerekirse İngilizce konuşan milletler bundan 805 sene (1205) önce yazılan Magna Charta Libertatum’un orijinal metnini, 26 Nisan 1564–23 Nisan 1616 arasında yaşayan William Shakespeare’in eserlerini, Fransızlar 600-700 yıl önce yazılan metinleri okuyup anladıkları halde, Türkiye’de yeni nesil maalesef 40 yıl öncesini anlamıyor.
Türkiye’nin Osmanlıca metinleri okuyup anlayabilecek, Osmanlıcadaki devasa kelime zenginliğine ulaşılmasını sağlayacak, ilim, edebiyat, kültür, tarih vb. alanların bu zenginliğe kavuşturulmasını sağlayacak bir eğitim politikasının geliştirilmesi gerekiyor. Geçmişte Osmanlıcada ifade edilemeyecek kelime yok iken, şimdilerde birçoğu uydurukça olarak üretilen ve adına ilmî kelimeler denilen, bir kısmı yabancı dillerden kırılarak kabul edilen, farklı disiplinde akademik faaliyet gösterenlerin bile anlamadığı bir kelime yapılanması söz konusu.
Sadece avâm değil, okumuş akademisyenler de, ne bundan 60-120 sene önce yazılanları, ne de sair disiplinlerde yazılanları anlayabiliyorlar. Mesela, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyyeyi, 1876 Kânûn-ı Esâsî’yi, 1808’de kabul edilen Sened-i İttifak’ı, 1839 Yılında ilan edilen Gülhane Hatt-ı Hümayununu orijinal haliyle okuyup anlayan hukukçuların sayısı 5’i geçmez, anlayanlar da ya yaşlı ya da Türk Hukuk Tarihçileridir. Diğer yandan, Hukukçular, tarihçiler, edebiyatçılar vb. içinde yer alanların çok büyük ekseriyeti, bir kısmı öz Türkçe olarak anılan kelimelerin, bir kısmı da yabancı kelimeden dönüştürülen binlerce kelimenin yer aldığı Felsefe, sosyoloji, siyaset teorisi gibi alanlardaki akademik eserleri de anlamıyorlar.
Bu, dil noktasında çok yönlü küllî bir deformasyondur. Seviyenin dibe vurmasıdır. Bir toplum, dil olarak bunun daha gerisine gidemez. Merak ediyorum, bu yozlaşma içerisinde akademik camianın kullandığı kelime hazinesi kaç tanedir acaba.
“Eski hal muhal (imkânsız), ya yeni hal, ya da izmihlâl” sözünde ifade edildiği gibi, Latince harfler tamamen terk edilerek yerine Osmanlıca getirilemez ise de, mevcut şartlarda, uygulanacak eğitim politikaları ile nispeten meydana gelen bu küllî hasarları azaltabilmek mümkündür. Hükümetin, uzun soluklu kalıcı politikalarla bu hasarları giderici yönde politikalar geliştirmesi icap ediyor. Bu politikaların, bir siyasî partinin politikaları olmanın ötesinde, bir devlet politikası olması ve bu konuda toplumsal ve siyasî uzlaşının sağlanması gerekiyor. Her şeyden önce akademik camianın bu ihtiyacı derinden hissetmesi icap ediyor. Sadece yüzeysel hükümet politikaları ile bu hasar giderilemez. Bütün bunlar neticesinde, herkes olmasa da en azından toplumun önemli bir kesiminin Osmanlıca metinleri okuyup anlayabileceği bir seviyenin yakalanması sağlanmalıdır. Bu politikaların temel maksadı, hem Osmanlıca harflerin okunabilmesinin, hem de Osmanlıca kelimelerin anlaşılmasının sağlanmasıdır. Yoksa, tarihî köklerden kopuş devem eder. Bunun neticesi de topyekûn terakki değil, tedenni (gerileme)dir. |
||
Etiketler: Harf, Devriminin, Türk, Dilinde, Meydana, Getirdiği, Sonuçlar, |
|