Dikey Yapılaşma ve Mahalle Kültürünün Erozyonu: Bir Hikâyenin Ardında Saklı Öğütler ve Tehlikeler
Yaşlı kadın ve kedisinin hikayesi, dikey yapılaşmanın insan hayatlarına etkisini gözler önüne serdi. Dikey yapılaşma, sadece fiziksel olarak değil, aynı zamanda insanların ruhsal ve sosyal bağlarını da zayıflatıyor. Hikaye, insanların tercihini belirleme zamanı geldiğini vurgularken, huzurun ve dayanışmanın egemen olduğu yatay mimarinin önemini vurguluyor. İşte Muhammet Binici'nin "Dikey Yapılaşma ve Mahalle Kültürünün Erozyonu: Bir Hikâyenin Ardında Saklı Öğütler ve Tehlikeler" başlıklı o köşe yazısı!..
Geçtiğimiz günlerde hazırlayıp sunduğum “Söz Meydanı” programımda, E. Tuğgeneral Prof. Dr. Esat Arslan’ın anlattığı derin bir hikâye, şehirlerimizde yaygınlaşan dikey yapılaşmanın insanların hayatlarına nasıl etkilediğini gözler önüne serdi. Hikaye, bir yaşlı kadının ve onun sadık dostu kedisinin trajik öyküsüydü!..
Yaşlı kadın, yıllarını geçirdiği apartman dairesinde, dikey yapılaşmanın hızla arttığı bir mahallede yaşamaktaydı. Her geçen gün yükselen gökdelenler ve rezidanslar, sadece binaların yüksekliğiyle değil, aynı zamanda insanların ruhlarına yansıyan bir yalnızlık duvarı örmüştü. Bu duvarlar, mahalle dokusunu bozmakla kalmamış, aynı zamanda insanlar arasındaki ilişkileri de zayıflatmıştı.
Yaşlı kadının komşuları arasında bir zamanlar sıkça hissedilen vicdan muhasebesi, merhamet ve şefkat gibi insanı insan yapan değerler, zamanla gölgelere karışmıştı. Yükselen binaların gölgesinde, insanlar birbirlerinin yüzlerini bile tanıyamaz olmuştu. Yabancılaşma hızla yayılırken, mahalledeki dayanışma ve yardımlaşma duyguları da gitgide solmuştu.
Gözlerini mahallelerinin manzarasına diktiğinde, artık bir zamanlar huzurlu ve sıcak bir mahalle olan sokakların sessizliğiyle yüzleşiyordu. Binaların yükseldikçe, insanların birbirlerine olan bağları da derinliklerine gömülmüştü. Her katın birbirinden kopuk olduğu bu yükselen duvarlar, bir zamanlar güçlü bir topluluğun hissini yok etmiş, geride yalnızlık ve özlem bırakmıştı.
Yaşlı kadın, içindeki hüzünle birlikte, mahallesindeki değişimi ve kaybolan değerleri düşündü. Gözlerinde yaşlarla dolan yaşlı kadın, artık mahallesinde kaybettiği değerlerin hasretiyle yalnızdı. Oysa bir zamanlar, mahalle sakinleri birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş, acıları paylaşırken sevinçleri de birlikte kutlamışlardı. Ancak şimdi, yalnızca sessizlik ve yabancılaşma vardı.
Dikey yapılaşmanın artışıyla birlikte, yaşlı kadın gibi birçok insan da benzer duyguları hissediyor ve mahallelerindeki kaybolan dokuyu özlüyordu. Artık gökyüzünde yükselen binalar, sadece betonarme duvarlar değil, aynı zamanda insanların arasındaki kopuşun simgesiydi.
Hikâyenin kahramanı yaşlı kadının sadık dostu kedi, bir gün yaşlı kadının evindeki sessizlikten ve yaşlı kadının hareketsizliğinden sıkılmıştı. İyi yatağında hareketsiz yatan yaşlı kadının yanına sokuldu ve gözleriyle tavana dimdik bakan, hareketsiz yatan yaşlı kadının içindeki eski neşeyi ve cıvıl cıvıl sesini duymayı beklemişti. Ancak nafile, yaşlı kadın günlerdir hareketsiz ve sessiz bir şekilde yatağında yatıyordu. Günler geçtikçe odanın içindeki koku artıyor ve dairenin her tarafını sarıyordu.
Kedinin yüreği buruktu, çünkü bu sessizlik ve hareketsizlik yaşlı kadının gerçek benliğine uymuyordu. Apartman dairesini bozan kokudan rahatsız olan kedi, artık yaşlı kadını uyandırmalı ve bu dehşet verici manzarayı sona erdirmeliydi. Gözlerindeki hüzünle yaşlı kadına doğru ilerledi, tıpkı bir kahraman gibi.
Yaşlı kadın, günlerdir hareketsiz yatıyor, odanın tavanına bakıyor ve cansız bir şekilde uzanıyordu. O an, kedinin içinde biriken tüm duygular patladı. Ne pahasına olursa olsun, yaşlı kadını bu sessizlikten ve hareketsizlikten kurtarmalıydı. Kedi, tıpkı bir mucize bekleyen biri gibi yaşlı kadının gözlerini görmek için her şeyi yapmaya hazırdı.
Kedi, yaşlı kadını uyandırmak için gösterdiği çabalarına rağmen başarılı olamadı. Yaşlı kadının gözlerini patileriyle dokunmaya çalıştı ancak hareketsizlik devam etti. Her pati vurduğunda ise kedinin tırnakları, yaşlı kadının gözlerini oymuştu.
Halk arasında dilden dile dolaşan efsanelerden biri, kedilerin ölen birinin gözlerini oyduğu şeklindedir. Ancak gerçek bu efsaneden çok daha derin ve dokunaklıdır. Kediler, sahiplerinin sessizliklerine ve hareketsizliklerine dayanamazlar. Onların öldüklerini kabullenmek istemezler, çünkü içlerinde bir umut vardır; umut, sevdikleri kişinin geri döneceğine dairdir.
Kediler, sahiplerini uyandırmaya çalışırken, hayat belirtisi taşıyan tek yer olan gözlerine odaklanırlar. Gözler, yaşamın en kıymetli izlerini taşır ve kediler bunun farkındadır. Sahipleri her dokunuşunda geri gelmeyince, kedi biraz daha sert ve kararlı bir şekilde dokunur. Bu, umudun ve özlemenin bir ifadesidir. Ancak ne yazık ki, günler geçtikçe her dokunuşta daha da yıpranan, tahrip olan gözlerde artık bir kardelen misali kar ve göz çukurları oluşur.
Aslında kediler, sahibinin gözlerini oymamışlardır; tam tersine, onları hayata döndürmeye çalışmışlardır. Onlar, geçmişin anılarını ve eski günlere duyulan özlemi taşıyan sessiz kahramanlardır. Yalnızlık ve ayrılığın acısıyla baş başa kalan kediler, sevdikleri kişinin geri dönmesi için umutlarını kaybetmezler.
Bu trajik hikâye, dikey yapılaşmanın mahalle kültürü üzerindeki olumsuz etkilerini bir kez daha gözler önüne ne yazık ki tekrar serdi. Yüksek binaların hâkim olduğu mahallelerde, insanlar arasındaki iletişim kopukluğu ve yabancılaşma, yaşlı kadının hüzünlü öyküsünde olduğu gibi acı sonuçlara yol açabiliyor.
İnsanların fıtratına ters olan dikine yapılar mı, yoksa herkesin birlik, beraberlik, yardımlaşma duygularının hat safhada olduğu, yatay mimariyle yapılan ve hem depremle barışık hem de insanların huzur içinde yaşayabileceği evler mi? Bu soru, aslında günümüz şehir yaşamının özünü ve insanın ruhunu sorguluyor. Dikine yapılaşmanın göğe doğru yükselen yalnız kuleleri, insani değerlerin ve toplumsal ilişkilerin göz ardı edildiği modern bir çağın sembolü gibidir. Her bir daire, birbirinden izole edilmiş yaşamların sadece birer hücresidir. Bu kulelerde, insanlar birbirini tanımaz, komşuluk ilişkileri yok olur ve birlik, beraberlik gibi kavramlar anlamını yitirir.
Dikey yapılaşmanın olumsuz etkilerinden biri de toplum ve kişi sağlığına olan zararıdır, bu zararın bir boyutu da statik elektrik yükünün artışıdır. Modern yaşamın getirdiği beton binalar, sentetik halılar ve yer döşemeleri üzerinde sürekli olarak yaşamak, vücudumuzda statik elektrik birikimine neden olur. Ancak, nemli toprak veya çim gibi doğal zeminlere çıplak ayakla temas etmek, bu biriken statik elektriğin boşalmasını sağlar. Ne yazık ki, günümüzde toplumun birçoğu bu basit ama etkili uygulamayı ihmal etmektedir.
Statik elektrik, sadece fiziksel bir rahatsızlık değil, aynı zamanda toplumsal ilişkileri de olumsuz etkileyen en eönemli faktörlerdendir. Elektrik yükü taşıyan insanlar arasında ani gerilimler ve çatışmalar daha sık görülmektedir. Yorgunluk, stres ve gerginlik gibi duygusal durumlar da statik elektriğin artışıyla doğrudan ilişkilidir.
Günümüzde, çocuklar artık toprağa basmadan büyümektedir. Beton zeminlerde, sentetik malzemelerle çevrili odalarda vakit geçiren çocuklar, doğanın ve toprağın sağladığı enerjiden yoksun bir haldeler. Bu durum, çocukların fiziksel ve duygusal sağlığı üzerinde olumsuz etkiler doğurmakta fiziksel ve zihinsel gelişimini engellemektedir. Çocuklar, toplu mezar haline gelen apartman dairelerinde içine kapanık, asosyal bir şekilde, telefon, tablet, televizyon ve bilgisayar bağımlılığına maruz kalmakta ve sonunda "3T 1B"nin etkisiyle madde ve kumar bağımlısı hatta eşcinsel olabilmektedirler.
Oysa yatay mimari, insanın doğasıyla uyumlu bir yaşam alanı sunar. Geleneksel evlerde, komşular arasında sıkı bir dayanışma ve yardımlaşma kültürü vardır. Evler, sokakların ve mahallelerin bir parçasıdır; insanlar bir arada yaşar, birlikte çalışır, birlikte eğlenir. Geleneksel evler, insanın doğayla ve komşusuyla uyumlu bir yaşam sürmesini sağlar. Günümüzde unutulmaya yüz tutmuş gelenek ve görenekler, bu evlerde hala yaşar. İnsanlar birbirlerine komşuluk hakkı ile değil, komşuluk sevgisiyle bağlıdır.
Evlerin sadece beton yığınları olmadığı, aksine insanların mutlu, huzurlu ve güvenli bir şekilde yaşadığı yerler olduğu unutulmamalıdır. Bu evlerde, insanlar komşularıyla birlikte bir yaşam sürer, birbirlerinin mutluluğunu ve hüznünü paylaşır. Yatay mimari, insanın insan gibi yaşadığı ve temel insani değerlerin hat safhada olduğu bir yaşam alanı sunar.
Şimdi bir daha sormak gerekirse, kaosun üretildiği dikey, güvensiz binalar mıdır yoksa yatay, huzurun ve güvenin tesis edildiği mimariyle donatılmış evler midir? Bu, aslında bir seçim meselesidir ve karar hepimizin. Dikey yapılar, modern mezarlara dönüşmüş apartman daireleriyle insana huzur değil, endişe ve korku sunar. Her gün, bu binaların gölgeleri altında yaşayan insanlar, içinde bulundukları modern çağın aslında ne kadar da yalnızlaştırıcı olduğunu fark ederler. Ancak, yatay mimariyle inşa edilmiş evler, barış, adalet, hak ve hakikatle doludur. Bu evlerde yaşayan insanlar, komşularıyla birlikte bir aile gibi yaşarlar. Birlikte güler, birlikte ağlar, birlikte sevinirler. Bu evler, insanların iç huzurunu bulduğu, ruhlarının dinlendiği, güvenle sarıldığı limanlardır.
Karar verme zamanı geldiğinde, unutulmamalıdır ki biz neye layık olduğumuzu belirleriz ve onunla yönetiliriz. Kaosun ve yalnızlığın hüküm sürdüğü dikey yapılar mı, yoksa huzurun ve dayanışmanın egemen olduğu yatay mimari mi? Bu, yaşadığımız toplumu ve içinde bulunduğumuz çağı şekillendirecek olan en önemli sorudur.
YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN
https://www.bncmedyahaber.com/yazar-alin-size-mektup-alin-size-belge-iste-danya-nin-mektubu-filistin-in-ve-danya-nin-sessiz-cigligi-993.html
Geçtiğimiz günlerde hazırlayıp sunduğum “Söz Meydanı” programımda, E. Tuğgeneral Prof. Dr. Esat Arslan’ın anlattığı derin bir hikâye, şehirlerimizde yaygınlaşan dikey yapılaşmanın insanların hayatlarına nasıl etkilediğini gözler önüne serdi. Hikaye, bir yaşlı kadının ve onun sadık dostu kedisinin trajik öyküsüydü!..
Yaşlı kadın, yıllarını geçirdiği apartman dairesinde, dikey yapılaşmanın hızla arttığı bir mahallede yaşamaktaydı. Her geçen gün yükselen gökdelenler ve rezidanslar, sadece binaların yüksekliğiyle değil, aynı zamanda insanların ruhlarına yansıyan bir yalnızlık duvarı örmüştü. Bu duvarlar, mahalle dokusunu bozmakla kalmamış, aynı zamanda insanlar arasındaki ilişkileri de zayıflatmıştı.
Yaşlı kadının komşuları arasında bir zamanlar sıkça hissedilen vicdan muhasebesi, merhamet ve şefkat gibi insanı insan yapan değerler, zamanla gölgelere karışmıştı. Yükselen binaların gölgesinde, insanlar birbirlerinin yüzlerini bile tanıyamaz olmuştu. Yabancılaşma hızla yayılırken, mahalledeki dayanışma ve yardımlaşma duyguları da gitgide solmuştu.
Gözlerini mahallelerinin manzarasına diktiğinde, artık bir zamanlar huzurlu ve sıcak bir mahalle olan sokakların sessizliğiyle yüzleşiyordu. Binaların yükseldikçe, insanların birbirlerine olan bağları da derinliklerine gömülmüştü. Her katın birbirinden kopuk olduğu bu yükselen duvarlar, bir zamanlar güçlü bir topluluğun hissini yok etmiş, geride yalnızlık ve özlem bırakmıştı.
Yaşlı kadın, içindeki hüzünle birlikte, mahallesindeki değişimi ve kaybolan değerleri düşündü. Gözlerinde yaşlarla dolan yaşlı kadın, artık mahallesinde kaybettiği değerlerin hasretiyle yalnızdı. Oysa bir zamanlar, mahalle sakinleri birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş, acıları paylaşırken sevinçleri de birlikte kutlamışlardı. Ancak şimdi, yalnızca sessizlik ve yabancılaşma vardı.
Dikey yapılaşmanın artışıyla birlikte, yaşlı kadın gibi birçok insan da benzer duyguları hissediyor ve mahallelerindeki kaybolan dokuyu özlüyordu. Artık gökyüzünde yükselen binalar, sadece betonarme duvarlar değil, aynı zamanda insanların arasındaki kopuşun simgesiydi.
Hikâyenin kahramanı yaşlı kadının sadık dostu kedi, bir gün yaşlı kadının evindeki sessizlikten ve yaşlı kadının hareketsizliğinden sıkılmıştı. İyi yatağında hareketsiz yatan yaşlı kadının yanına sokuldu ve gözleriyle tavana dimdik bakan, hareketsiz yatan yaşlı kadının içindeki eski neşeyi ve cıvıl cıvıl sesini duymayı beklemişti. Ancak nafile, yaşlı kadın günlerdir hareketsiz ve sessiz bir şekilde yatağında yatıyordu. Günler geçtikçe odanın içindeki koku artıyor ve dairenin her tarafını sarıyordu.
Kedinin yüreği buruktu, çünkü bu sessizlik ve hareketsizlik yaşlı kadının gerçek benliğine uymuyordu. Apartman dairesini bozan kokudan rahatsız olan kedi, artık yaşlı kadını uyandırmalı ve bu dehşet verici manzarayı sona erdirmeliydi. Gözlerindeki hüzünle yaşlı kadına doğru ilerledi, tıpkı bir kahraman gibi.
Yaşlı kadın, günlerdir hareketsiz yatıyor, odanın tavanına bakıyor ve cansız bir şekilde uzanıyordu. O an, kedinin içinde biriken tüm duygular patladı. Ne pahasına olursa olsun, yaşlı kadını bu sessizlikten ve hareketsizlikten kurtarmalıydı. Kedi, tıpkı bir mucize bekleyen biri gibi yaşlı kadının gözlerini görmek için her şeyi yapmaya hazırdı.
Kedi, yaşlı kadını uyandırmak için gösterdiği çabalarına rağmen başarılı olamadı. Yaşlı kadının gözlerini patileriyle dokunmaya çalıştı ancak hareketsizlik devam etti. Her pati vurduğunda ise kedinin tırnakları, yaşlı kadının gözlerini oymuştu.
Halk arasında dilden dile dolaşan efsanelerden biri, kedilerin ölen birinin gözlerini oyduğu şeklindedir. Ancak gerçek bu efsaneden çok daha derin ve dokunaklıdır. Kediler, sahiplerinin sessizliklerine ve hareketsizliklerine dayanamazlar. Onların öldüklerini kabullenmek istemezler, çünkü içlerinde bir umut vardır; umut, sevdikleri kişinin geri döneceğine dairdir.
Kediler, sahiplerini uyandırmaya çalışırken, hayat belirtisi taşıyan tek yer olan gözlerine odaklanırlar. Gözler, yaşamın en kıymetli izlerini taşır ve kediler bunun farkındadır. Sahipleri her dokunuşunda geri gelmeyince, kedi biraz daha sert ve kararlı bir şekilde dokunur. Bu, umudun ve özlemenin bir ifadesidir. Ancak ne yazık ki, günler geçtikçe her dokunuşta daha da yıpranan, tahrip olan gözlerde artık bir kardelen misali kar ve göz çukurları oluşur.
Aslında kediler, sahibinin gözlerini oymamışlardır; tam tersine, onları hayata döndürmeye çalışmışlardır. Onlar, geçmişin anılarını ve eski günlere duyulan özlemi taşıyan sessiz kahramanlardır. Yalnızlık ve ayrılığın acısıyla baş başa kalan kediler, sevdikleri kişinin geri dönmesi için umutlarını kaybetmezler.
Bu trajik hikâye, dikey yapılaşmanın mahalle kültürü üzerindeki olumsuz etkilerini bir kez daha gözler önüne ne yazık ki tekrar serdi. Yüksek binaların hâkim olduğu mahallelerde, insanlar arasındaki iletişim kopukluğu ve yabancılaşma, yaşlı kadının hüzünlü öyküsünde olduğu gibi acı sonuçlara yol açabiliyor.
İnsanların fıtratına ters olan dikine yapılar mı, yoksa herkesin birlik, beraberlik, yardımlaşma duygularının hat safhada olduğu, yatay mimariyle yapılan ve hem depremle barışık hem de insanların huzur içinde yaşayabileceği evler mi? Bu soru, aslında günümüz şehir yaşamının özünü ve insanın ruhunu sorguluyor. Dikine yapılaşmanın göğe doğru yükselen yalnız kuleleri, insani değerlerin ve toplumsal ilişkilerin göz ardı edildiği modern bir çağın sembolü gibidir. Her bir daire, birbirinden izole edilmiş yaşamların sadece birer hücresidir. Bu kulelerde, insanlar birbirini tanımaz, komşuluk ilişkileri yok olur ve birlik, beraberlik gibi kavramlar anlamını yitirir.
Dikey yapılaşmanın olumsuz etkilerinden biri de toplum ve kişi sağlığına olan zararıdır, bu zararın bir boyutu da statik elektrik yükünün artışıdır. Modern yaşamın getirdiği beton binalar, sentetik halılar ve yer döşemeleri üzerinde sürekli olarak yaşamak, vücudumuzda statik elektrik birikimine neden olur. Ancak, nemli toprak veya çim gibi doğal zeminlere çıplak ayakla temas etmek, bu biriken statik elektriğin boşalmasını sağlar. Ne yazık ki, günümüzde toplumun birçoğu bu basit ama etkili uygulamayı ihmal etmektedir.
Statik elektrik, sadece fiziksel bir rahatsızlık değil, aynı zamanda toplumsal ilişkileri de olumsuz etkileyen en eönemli faktörlerdendir. Elektrik yükü taşıyan insanlar arasında ani gerilimler ve çatışmalar daha sık görülmektedir. Yorgunluk, stres ve gerginlik gibi duygusal durumlar da statik elektriğin artışıyla doğrudan ilişkilidir.
Günümüzde, çocuklar artık toprağa basmadan büyümektedir. Beton zeminlerde, sentetik malzemelerle çevrili odalarda vakit geçiren çocuklar, doğanın ve toprağın sağladığı enerjiden yoksun bir haldeler. Bu durum, çocukların fiziksel ve duygusal sağlığı üzerinde olumsuz etkiler doğurmakta fiziksel ve zihinsel gelişimini engellemektedir. Çocuklar, toplu mezar haline gelen apartman dairelerinde içine kapanık, asosyal bir şekilde, telefon, tablet, televizyon ve bilgisayar bağımlılığına maruz kalmakta ve sonunda "3T 1B"nin etkisiyle madde ve kumar bağımlısı hatta eşcinsel olabilmektedirler.
Oysa yatay mimari, insanın doğasıyla uyumlu bir yaşam alanı sunar. Geleneksel evlerde, komşular arasında sıkı bir dayanışma ve yardımlaşma kültürü vardır. Evler, sokakların ve mahallelerin bir parçasıdır; insanlar bir arada yaşar, birlikte çalışır, birlikte eğlenir. Geleneksel evler, insanın doğayla ve komşusuyla uyumlu bir yaşam sürmesini sağlar. Günümüzde unutulmaya yüz tutmuş gelenek ve görenekler, bu evlerde hala yaşar. İnsanlar birbirlerine komşuluk hakkı ile değil, komşuluk sevgisiyle bağlıdır.
Evlerin sadece beton yığınları olmadığı, aksine insanların mutlu, huzurlu ve güvenli bir şekilde yaşadığı yerler olduğu unutulmamalıdır. Bu evlerde, insanlar komşularıyla birlikte bir yaşam sürer, birbirlerinin mutluluğunu ve hüznünü paylaşır. Yatay mimari, insanın insan gibi yaşadığı ve temel insani değerlerin hat safhada olduğu bir yaşam alanı sunar.
Şimdi bir daha sormak gerekirse, kaosun üretildiği dikey, güvensiz binalar mıdır yoksa yatay, huzurun ve güvenin tesis edildiği mimariyle donatılmış evler midir? Bu, aslında bir seçim meselesidir ve karar hepimizin. Dikey yapılar, modern mezarlara dönüşmüş apartman daireleriyle insana huzur değil, endişe ve korku sunar. Her gün, bu binaların gölgeleri altında yaşayan insanlar, içinde bulundukları modern çağın aslında ne kadar da yalnızlaştırıcı olduğunu fark ederler. Ancak, yatay mimariyle inşa edilmiş evler, barış, adalet, hak ve hakikatle doludur. Bu evlerde yaşayan insanlar, komşularıyla birlikte bir aile gibi yaşarlar. Birlikte güler, birlikte ağlar, birlikte sevinirler. Bu evler, insanların iç huzurunu bulduğu, ruhlarının dinlendiği, güvenle sarıldığı limanlardır.
Karar verme zamanı geldiğinde, unutulmamalıdır ki biz neye layık olduğumuzu belirleriz ve onunla yönetiliriz. Kaosun ve yalnızlığın hüküm sürdüğü dikey yapılar mı, yoksa huzurun ve dayanışmanın egemen olduğu yatay mimari mi? Bu, yaşadığımız toplumu ve içinde bulunduğumuz çağı şekillendirecek olan en önemli sorudur.
YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN
https://www.bncmedyahaber.com/yazar-alin-size-mektup-alin-size-belge-iste-danya-nin-mektubu-filistin-in-ve-danya-nin-sessiz-cigligi-993.html