Reklamı Geç
HABER DETAY
Farelerle Dostluk Maçı
Osman Hazır yazdı.. "Farelerle Dostluk Maçı"
13 Haziran 2021 - Pazar 13:54
GÜNDEM

 

FARELERLE DOSLUK MAÇI

 

Eruh Çetinkol köyündeki imamlık yıllarımdan bahsediyordum. Hatırlataydım o köyde imam olduğumda 18 yaşında bir delikanlıydım. Hani sakalları bitmemiş deseler yeridir. Zira hakikaten sakallarım yok denecek kadar azdı.

 

1990 yılının Eylül ayında (18 Eylül) başlamıştım göreve. Daha önce hiç gurbete çıkmamış, o güne kadar annesinin pişirdiğini yemiş, yıkadığını giymiş acemi bir gurbetçiydim.

 

Altı üstü sağı solu her tarafı toprak ve çamurdan olan evden bahsetmiştim hani. Siirt’in Eruh ilçesine bağlı Çetinkol köyündeki evden bahsediyorum. 18 yaşında bir imam orada hayat tecrübesi denen şeyi iliklerine kadar yaşarmış da haberi yokmuş. İşte tam öylesi bir şey.

 

O evde öyle bir eşyam falan da yoktu hani. Yere serilmiş bir halı vardı.  Sanırım renginin kırmızısı bolcaydı. Duvarın içerisine gömülü elektrik direğinin hemen dibine konmuş demirden bir ranzam vardı. Ranza dediysem bildiğin ince profil demirler kaynatılarak oluşturulmuş bir şeydi. Üzerinde ise incecik bir sünger. Düşünüyorum da bu gün olsa o yatakta kesin denge sorunu yaşardım. Kuvvetle muhtemel de yatak beni diremeyebilirdi. Zira o zamanlar 52-54 kilo arasında gidip geliyordum. Şimdi 85 kilodan 75 kiloya ancak geldim :) yerimde durmaya çabalıyorum. Yukarıya doğru gitmeyeyim diye.

 

Neyse konuyu dağıtmayalım.

 

Dediğim gibi evin tavanı merteklerin (tavandaki yatay ağaç direkler) üzerine döşenmiş çalı çırpı vb malzemelerle doluydu. Onların da üzerine toprak dökülüp bizim buralarda “Yuvak” dediğimiz taştan ağır silindirle sıkıştırılmıştı. Hatta döşenen mertekler tam kurumadan konmuş olacak ki; üzerine ağırlık bindikçe ortadan aşağıya doğru bel vermiş evin damında hallice bir çukur oluşmuştu. Kışın orada biriken suların damladığı yere leğen ve kovalarla tedbir almaya çalıştığımı hatırlarım.

 

Önceleri pek fark etmemiştim ama gün geçtikçe gariplikler olduğunu hatırlıyorum. Zira sabahları kalktığımda halının üstünde ve üzerime örttüğüm battaniyenin üzerinde yukarıdan dökülmüş topraklar görmeye başladım. Neden sonra bunların, tavanı mesken tutan farelerin gece mesaisinden kalan artıklar olduğunu anlayacaktım.

 

Çözüm;

 

Elbette köydeki herkesin durumu aynı olunca sormak lazımdı. Çözümün incecik, çoğu kere de desenlerle süslenmiş naylonlardan alıp raptiye ile tavan direklerine (mertek) sabitlemekten geçtiğini öğrendik. Ama bu sefer de farelere tepemde maç yapacak futbol sahası ile paten kaymaları için alan oluşturmuş olduğumu anladım.  Zira daha önce oldukça sessiz hallettikleri gece mesai ve gezmelerini naylonun üzerinden hışırtı ile koşturmacaları ile yapmaya başlamışlardı.

 

Tabii ki bu da benim gece uykularımın aralıklarla bölünmesi demek oluyordu. Anlayacağınız benim en yakın komşularım fındık farelerinden oluşan bir koloniydi. Can sıkıcı ve itici gelebilir ama bazı geceler onların hışırtısını dinlemekten keyif aldığım dahi olurdu. Ha bu arada haklarını yemeyeyim zaman zaman bana yardımcı oldukları da olurdu. 

 

Nasıl mı?

 

Şöyle; genelde akşam bulaşıklarımı yıkama tembelliği gösterirdim. Onlarda sabah kalkınca bana kolaylık olsun diye geceden temizliğe girişirlerdi. Şaka ama biraz da gerçek.

Tek kapısı ve küçücük penceresi olan bir odada kapıyı içeriden kilitlediğime emin olarak yattığım bir gece; banyo ve mutfak lavabosu olarak kullandığım beton kısımdan tıkırtılar, kapkacakla birilerinin uğraştığını andıran sesler duyduğumda açıkçası tedirgin olmuştum.

 

Uzunca sayılabilecek bir süre tıkırtıları dinledikten sonra hemen yatağımın üstünde duran elektrik düğmesine basıp basmamak arasında da gidip geldim. Nihayetinde düğmeye bastım. Lavabo tarafına baktığımda küçücük alüminyum tencerenin ağzındaki ters çevrilmiş kapağın içerisinden şaşkın şaşkın bana bakan minnacık bir çift gözle karşı karşıya kaldım.

 

Evet, tam tahmin ettiğiniz gibi bir fındık faresi benim tenceremdeki yemeğin bulaşıklarından nasibini aramaya çıkmıştı. O an yaşadığım şaşkınlığı anlatacak kelime yok desem yeridir. Bu birkaç saniyelik şaşkınlıktan sonra ben daha bir refleks gösteremeden farecik ortadan kayboldu.

 

Bu serüven sonrasında çok uzadı. Akşamları karşılıklı yaptığımız sinir harpleri ile geçmeye devam etti. Ben yatağın hemen yanına yere altın sarısı naylon terliğimi karanlıkta bulabileceğim şekilde koyar, bulaşıkların bulunduğu yerden gelecek tıkırtıya kulak kesilir tahmini hedefi karanlıkta belirlerdim. Artık geriye ses gelince aniden elektriği açıp terliği tencereye doğru fırlatmak kalırdı. Defalarca bunu yaptım.

 

Peki, hedefi hiç vurabildim mi?

 

Yok yahu mümkün mü? Hep ıska…

 

Gerçi hedefe varsa ve vursam ne olacaktı ki. Uzaktan atılan o terlikle o fare ölür ya da sakat kalır mıydı? Tabii ki hayır  

 

Ee o zaman bu kadar aksiyon nedendi?

 

İyi de dostum elimizde 4,5G interneti bulunan cep telefonu vardı da Youtubedan ve İnstagramdan video mu izliyorduk. Henüz böylesi bir icat çıkmamıştı yani  o nedenle kendi ev içi aksiyonumuzu oluşturuyorduk.

 

Peki, bütün bunlara sebep olmamak için bulaşıkları akşamdan yıkayıp öyle yatmak bir seçenek olamaz mıydı? Bak işte buna evet derim. Evet olabilirdi. Peki, bu teori hiç uygulandı mı? Elbette hayır 

 

Peki neden?

 

Bunun cevabı tembellikle karışık fıtratta gizli. Zira erkek fıtratı, karnı acıkmadan yemek hazırlamaya girişmemeye kodlanmıştır adeta. Hasbelkader hazırlanıp yenen yemekten sonra ise yeni bir yemek vaktinde ancak bulaşıkların yıkanması gerektiğini hatırlayan tembellik kodları devre girer. En azından bende öyle işledi sistem.

 

Şimdi siz diyorsunuz ki; o farelerde ne hastalıklar vardır.  Hasta olursun adamı öldürür valla… Belki haklısınız ama demek yiyecek ekmeğimiz varmış hâlâ hayattayım.

 

Velhasılı dostlar biz minik dostlarla bir dargın bir barışık arada bir de terlikle savaşık vaziyette geçindik gittik. Bu kadar ekşın fazla diyenler olursa bilsinler; geleceğe dair aklımızı ve gönlümüzü inşa etme çabalarımızı bu topraktan fareli evde yapmaya devam ettik. Kırık dökük tahta parçalarından yaptığım birkaç raflı kitaplığımdaki kitaplarımla haşır neşir olmanın hazzı ve bereketi bugün dahi özlediğim bir şeydir.

 

Düşünsenize;

 

Akşam kaçta yatarsam yatayım imsak vaktinden önce kalkardım. Sabah namazına kadar ve namaz sonrasında: Fi Zilali'l KuranTefhimu’l-Kur’an ve bir başka tefsirden okumalar yapardım. Güneş doğana kadar geçen bu süre içerisinde bir bölüm de o zamanlar çok fazla seçenek bulunan aylık dergilerden bir yada bir kaçından okumalar yapardım.

 

Bu dergi okumaları aylık en az üç dergiyi künye metinlerine kadar okumak suretiyle gerçekleşirdi. Güneş doğduktan sonra fikri ve siyasi eserler ağırlıklı olmak üzere kitap okumaları yapardım. Bu okumalardaki ölçü ise haftada en az bir kitap bitirme şeklinde olurdu.

 

Gecelerin, seherlerin ve sabahların bereketini ancak bu lezzeti tadanlar özler. Vallahi özlüyorum.

 

Bu okumaların ne kadar sürdürülebilir olduğu belki tartışılabilir ama eksiğiniz çoksa ve enerjiniz varsa bunu yaparsınız. Benim ise eksiğim çok fazlaydı. Düşünsenize 18 yaşında daha önce deniz kenarındaki kendi ilçesine (Anamur) tek tük gelen Avrupalı birkaç turistten başka kendi etnik kökeni dışında kimse ile karşılaşmamış bir delikanlıydım. Evet, şaşırtıcı gelecek ama az da olsa Avrupalı turist görmüş, onlara “hello” demek suretiyle merhabalaşmış birisiydim.

 

Ancak bu ülkenin doğusunda benden farklı bir dili konuşan, hatta hiç Türkçe bilmeyen insanların olduğundan habersiz büyümüştüm. Daha da beteri, Hanefiliğin de ne olduğuna dair temelli bir bilgiye sahip olmayan ben; dili, ırkı ve de mezhebi farklı bir bölgeye imamlık yapmak üzere gelmiştim. İmamlık yaptığım insanların tamamı amelde Şafii mezhebine mensuplardı. Ve ben hayatımda hiç Şafii birisini de görmemiştim.

 

 Eskiler; “cahil cesur olur” derlerdi ya bizimkisi cesaretin zirvesi olsa gerekti. Bugünden baktığımda Olayın fıkhi kısmını benim samimi gayretlerim ve cemaatimi oluşturan muhataplarımın hiç bitmeyen bir misafirperverlik modundaki hoşgörüsü ile aştığımızı söyleyebilirim.

 

Belki ileride bunlara dair başka yazılarda bir şeyler yazabilirim. Ancak bu yazıyı okumalardan elimde kalan önemli değerlerimden birisini paylaşarak bitireyim. Anamur İmam Hatip Lisesinin son iki yılından itibaren nüvelerini oluşturmaya başladığım “derdimin” kökleşip anlamlanması bu döneme rastlar.

 

Okudukça dertlendim. Dertlendikçe okudum. Kısır döngüye girmeden derdimi sevdim. Zira okumak tefekküre, tefekkürde gelişime gebedir. Bu döngü ise doğurgandır. Üretkendir. Bu döngünün kısır olması mümkün değildir.

 

Peki fareler;

 

Fareler bu hikâyede bana yoldaştılar. Ancak bende onların dilini çözecek bir derviş istidadı göremediklerinden olsa gerek mesafeyi hep uzak tuttular. 

 

Son söz niyetine;

 

Elbette zorluklar çoğu kere bereketli işlerin ortaya çıkmasına vesile olur. Konfor ise derdin ve anlamın derinleşmesine düşmandır. Ancak tembelliğimizin suçunu da hep konfora atarak bahaneler üretmeyelim: zira geceler hala bereketli.

 

Gecelerin bereketine ulaşanlardan olabilelim diye dua ile vesselam

Adınız
Yorumunuz
Hiç yorum yapılmamış.