MODERNİZMİN ÇÖKÜŞÜ
MİLLİ-İSLAMİ KİMLİĞE DÖNÜŞ VE ÇAĞLAR ÜZERİNDEN SIÇRAMA
Modernleşme nedir, ne moderndir, ne nasıl olursa geri kalmıştır, ileri –geri kavramının anlamı nedir, bunun ölçütü-miyarı nedir? Öncelikle bunlar üzerinde durmamız lazımdır. Modernleşme kavramı, özellikle Avrupa toplumlarının; coğrafi keşifler sanayi devrimi ve bu gelişmelerin ışığında, fikri özgürleşmeleri ve buna dayalı olarak atılım yapmaları olduğu söylenmektedir, ilerlemek demek batılılaşmak demektir, bu bakış açısı doğru mudur? Batının iktisadi gelişmesi sonucu, yeni bir devlet ve toplum modeli geliştirerek, Avrupa toplumları dışında kalan ülkeleri geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlamaları onları dönüştürme çabaları haklı olarak kabul edilebilir mi, batının doğuya müdahalesi doğru olmuş mudur? Bu sualleri cevaplandırmadan önce kavramların anlamı üzerine çalışma yapmak gerektiğini değerlendiriyorum.
İleri- geri kavramına girmeden önce kıyaslamalarda nasıl bir kıstas ve ölçüt kullanacağımız sorunu üzerinde durmak gereklidir. Kıyaslamalarda genellikle büyük-küçük, ağır-hafif, uzun-kısa, sıcak-soğuk, katı-sıvı-gaz gibi ölçülebilir nesneleri mukayese ettiğimiz zaman elimize onu ölçmeye yarayan aleti alır ve sonucu tartışmasız bir şekilde tespit ederiz. Âlim- cahil, kültürlü-kültürsüz, akıllı-akılsız, ileri görüşlü, ahlaklı-ahlaksız gibi manevi kıymet ifade eden kıyaslamalarda duygu/tercih/peşin hüküm rol oynar veya karar vermekte zorlanmak söz konusu olur. Neye göre cahil, hangi bulguya göre akılsız, neden kıt zekalı sualleriyle karşılaştığımızda objektif bir cevap veremeyiz. Medeniyetlerin mukayesesinde de aynı durum söz konusudur. Medeniyetler maddi ve manevi kuvvetlerin toplamıdır. Maddi kuvvetleri ölçersiniz ama manevi kuvvetlerin üstünlük yaratmadaki rolünü kıyaslanabilir şekilde tespit edemezsiniz. Bu nedenle, kimine göre ilerleme kabul edilebilecek bir değişme, başkalarına göre gerileme olarak algılanabilir. Hakikatte de öyle olabilir. Biz burada mukayese usullerindeki objektif kriterleri bir tarafa bırakıp insanlığın nasıl tekâmül ettiği (maddi tekâmül) ve gelişerek bu günkü haline nasıl ulaştığına ışık tutan felsefe ve bilim çalışmalarına bir göz atmak lazım geldiğini değerlendiriyoruz.
Genel olarak sosyologlar ve tarih felsefecilerinin benimsediği ilerleme aşamaları şöyle kabul edilmiştir: İnsanlık yeryüzünde zuhur ettiği andan itibaren; avcılık- toplayıcılık, tarım toplumu, sanayi toplumu, sanayi ötesi toplum aşamalarından geçmiş ve bu günlere gelmiştir. Bu geçişler hayatta kalmanın, bekanın bir fonksiyonu olarak tekâmül edici süreçler izler. Marksist teoriye göre insanlık ilkel komünal düzen, köleci sistem, kapitalist sistem, sosyalist sistem aşamalarından geçerek komünist (sınıfsız imtiyazsız, herkesin eşit olduğu) aşamaya ulaşacaktır. Bu anlayışa göre mesele sistem sorunudur, ilerleme yönetim sistemlerinin daha ileri modele doğru gelişmesi, bir sonraki tarihi aşamaya ulaşmasıdır. Teorinin öngördüğü aşamalar hakikati temsil eder mi? İnsanlık tarihinde bu tür tarihi süreçler yaşanmış mıdır? Bu görüşlerin tamamı tartışmalıdır. Bir sonraki aşamanın bir öncekinden daha üstün olduğunun kıstası nedir? Komünist aşamaya geçmek için totaliter diktatörlüğü öngören sosyalist sistem kapitalist sistemden neden daha üstündür, kim ölçmüştür? Hangi kriterleri kullanmıştır. Komünist aşamada öngörülen tam eşitlikçi sistemin gerçekleşmesi mümkün müdür gibi sorularının cevabı verilememiştir. Dolayısıyla tekâmülün yönetim tarzı ile ilgili olduğuna dair Marksist tez çürüktür. Bu teori kendisine bilimsel sosyalizm, taraftarlarına ilerici, sosyalist nazariyeye inanmayanlara gerici adını vererek bilim dışı mantık geliştirmiştir. Rusya’da Sovyet Devrimi, Çin’de Maoizm insanlığa büyük acılar yaşatmıştır.
Auguste Comte; sosyal olayların ve insanlık tarihinin gelişimini teolojik, metafizik ve pozitif devreler olmak üzere üç safhaya ayırmıştır. İnsanlık yeryüzüne çıktıktan sonra tabiat üstü kuvvetlere, teolojik ve metafizik ötesi saplantılara kapılmış bundan sonra pozitif aşamaya ulaşarak kurtulacaktır. İlerleme dinden sıyrılma derecesine göre olmaktadır. Dinden sıyrılmak ilerlemek midir, ahlaki kayıtlardan kurtulmak anarşik bir düzene geçişe yol açmaz mı? Dinsiz olmak üstünlük müdür veya tam tersi midir? Auguste Comte bu sorulara cevap verememiştir. Tanrıya ve dinlere savaş açarak, dinin iktisadi ve sosyal gelişmedeki rolünü, ahlakı ayakta tutmaktaki fonksiyonunu görememiştir. Görmüşse de dinlerin yerini almak üzere geliştirdiği pozitivizm dini saçma sapan sonuçlara ulaşarak tutmamıştır.
Evrimcilere göre insanlığın ortaya çıkışı ve ilerleme; hayvanlık aşaması, ara geçiş aşaması, insanlık aşaması olarak üç kademede gerçekleşmiştir. Yaratma fikrini inkâr etmek için uydurulmuş olan bu teori, tek hücreli canlıdan tekâmül etmiş canlılara doğru sürekli bir ilerleme olduğuna dair kanıtı olmayan tezler ileri sürmektedir. Bunu da tabiatın kendi kendine yaptığına dair ahmakça bir çizgiyi savunmaktadır. Bunu böyle yapacak karmaşık bilgi ve zekâ ne atom altı parçacıklarda vardır nede böyle yapmak istediklerine dair bir delil vardır, bu gün bu teori birçok yönü ile iflas etmiştir. Evrimciler, adem (ilk insan) insanlık aşamasına geçtikten sonra alet yapan bir canlıya dönüşerek medeniyet yaratmaya başlamıştır, diyorlar. Fosil kayıtları, insan yapısı tesisler-aletler son 80 bin yıllık sürece işaret etmektedir. Bu güne kadar ara formatta bir insan tipine rastlanmamıştır. Ara formatın (insansı canlıların) yapabileceği tipte ara format yapılar ve el aletleri bulunamamıştır. Maymunların evrimleşerek insana dönüştüğüne dair bir kayıt ve bilgi bulunamamıştır. Bu teorilerin tamamının uydurma ve masal anlatmaktan başka bir şey olmadığı açıktır. Antropolojiye göre Paleotik çağ, (taş devri) Neolotik çağ, (tarımın başlaması) Endüstri çağı (bronz ve demirin işlenmesi) gibi üç aşamadan geçen insanlık bu günkü seviyeye ulaşmıştır. Bu bakış açısı biraz daha gerçekçi görülmektedir. İnsan yeryüzüne akıllı canlı olarak gelmiştir, geldiği günden itibaren yeryüzüne dağılmış, teknik geliştirmeye başlamıştır. Bilginin yayılma hızının düşük olduğu geçmiş çağlarda dünyanın bir yerinde akıl almaz gelişmeler olurken diğer bir tarafta bazı toplumların avcılık-toplayıcılık aşamasında kalarak yaşamaya devam edildiği görülmüş ve geri kalmıştır. Bu gün bile medeni insanlık ile teması bulunmayan kabilelere rastlanmaktadır. Bazı sosyologlara göre; yerleşik hayat öncesi hayat-göçebelik-avcılık, yerleşik hayata geçiş olmak üzere ilerleme iki aşamada gerçekleşmiştir. Bir diğer değişme modeli ‘Devri Dalgalı’ modeldir. Pitirim A. Sorokin’e atfedilen bu görüşe göre sosyal değişmeler bir ritim içinde bazen maddi ağırlıklı bazen manevi ağırlık olarak gerçekleşir. İlerleme bu dalgalanma süreci içinde vuku bulur. Bazı felsefeciler ilerlemenin; sihirsel, mitolojik, tanrısal, felsefi, dinsel, bilimsel aşama olmak üzere 6 aşamada gerçekleştiğini ileri sürmüşlerdir. Bütün bu modellemelerden sonra ortaya çıkan sonuç şu olmaktadır. Avcılıktan, tarım, tarımdan sanayi üstündür ve sıralama doğrusal olarak bu istikamettedir. Hepsinin temeli bilim ve teknik ilerlemedir.
Sonuç olarak şunu görüyoruz: İnsanlık, teknik, bilgi ve tecrübeyi üst üste koyarak ilerliyor, her millet kendi içinde bir önceki nesle göre daha ileri durumdadır. İlerilik, gerilik nispi bir kavramdır. Maddi-askeri kapasitesi çok büyük milletler, bazı tarih ve mekânlarda üstünlük sağlamışlardır. Ancak ezici askeri gücüne rağmen işgal ettikleri topraklarda yönettikleri milletlerin içinde eridiği görülmüştür. Mesela Moğollar böyle olmuştur. Kızılderililer Avrupa’yı keşfetse idi dünya tarihi nasıl olurdu? Amerika’yı keşfeden denizciler, yerli halklara yenilse idi, tarih nasıl okunurdu? Bütün bunlar akla gelen hususlardır. Şunu biliyoruz ki; tarihte ne olmuşsa bir kere olmuştur, yeni bir hesaplaşma mümkün değildir, tarih geriye doğru değiştirilemez ve tersten okunamaz. Eğer Batının gerisinde kalırsanız Amerikan yerlilerinin akıbetine uğrarsınız. Balkanları-Cezayir’i-Tunus’u-Filistin’i kaybettiğimizde bu sonuçla karşılaştık, Filistin ve Doğu Türkistan’da yara halen kanamaya devam ediyor.
Şunu biliyoruz ki, üstünlüğü veya tekâmülü tetikleyen unsurlar şunlardan müteşekkildir: Teşkilatlı yapı, asayiş-düzen-nizam-kanun-ahlak-liyakat sisteminden oluşan topyekûn adalet sistemi ve manevi yapı,(keyfilik, başıbozukluk, hırsızlık, yolsuzluk gibi sistemi çökertici unsurların yokluğu, ahlaki ve dini nassların tesiri) ekonomik kapasite, ileri teknik, nüfus büyüklüğü-nüfus artışı, eğitim seviyesi gibi unsurların toplamından ve etkileşiminden oluşmaktadır.
Gene şunu biliyoruz ki Âdem babamızdan itibaren insan medenidir, akıllıdır, âlimdir. Zeki yaratılmıştır. Mevcut organları ve vücut yapısı alet yapmaya, kullanmaya elverişli yaratılmıştır. Bir kedi patileriyle ancak toprağı kazabilir, yiyeceğini ağzıyla taşıyabilir, taşları toplayarak kendine bir ev, lifli otları toplayarak sırtına palto yapamaz, aynı şey maymunlar içinde geçerlidir. Hayvanlar âleminde insan gibi iş yapmaya kiminin organları yetersizdir, kiminin de aklı…
İnsanlık tarihini birkaç bin yıllık geçmişten ibaret zanneden batı merkezli tarih anlayışı ve bunun felsefesi, Göbeklitepe’nin keşfi ile iflas etmiştir. 30-40 tonluk kayaların 15 bin yıl önce nasıl taşındığı, nasıl oyulduğu, nasıl işlendiği izah edilememiştir. İnsanlığın ilerlemesi doğrusal (lineer) mıdır, devrevi midir, dalgasal mıdır, inişli çıkışlı mıdır tam manasıyla anlaşılamamıştır. Şunu biliyoruz ki insan zekâsında bir değişiklik yoktur. Afrika’nın-Avustralya’nın ormanlarında yaşayan ilkel bir kabilenin çocuğunu alıp şehirde büyütür, aynı tahsili verirseniz, onun akranlarından hiçbir noksanı olmadığını görürsünüz. Çünkü insan geni aynı ve değişmez karaktere sahiptir.
Modernleşme meselesine girmeden önce modern, gelişme, tekâmül, ileri-geri kavramı, yeniden yapılanma (reorganizasyon) üzerinde bir felsefe çalışması ve kısa bir giriş yapmak gerektiğini değerlendiriyorum.
Modernleşme nedir, bulunduğunuz pozisyon, (iktisadi gücünüz, tekniğiniz, bilgi seviyeniz, iş yapma verimliliğiniz, kârınız-zararınız) günün şartlarına intibak etmiyorsa, geri kalmışsa ve geri kalış mesafesi sürekli açılıyorsa arayı kapatmak için yapılan hamleler yeterli olmuyorsa meseleyi yeni bir zihniyetle ala almak gerekir işte buna modernleşme adı verilir. El değirmeninden, su-rüzgâr-yel değirmenine geçiş, oradan elektrikli değirmene geçiş doğrusal ilerlemedir. Başkaları elektrikli değirmenle un çekiyorken, havanda buğday dövmeye devam etmek geri kalmaktır. İktisadi gelişme ve ilerleme için en son teknolojiye ulaşmak gerektiği ve bunun için başkalarının geçtiği aşamaları tekrar etmeliyiz ve öncelikle su ve yel değirmeni yaptıktan sonra elektrikli değirmene geçmeliyiz diyen tekâmül teorisi yerinde saymanın Arapçasıdır. Bu gibi tezleri savunan fikir adamlarına cehaletin tahsilden geçmiş saçması, yerinde saymanın avanakçasıdır. Birde bu aşamalara ulaşmak için kafasına Yahudi şapkası, kızlara Yunan eteği giydirmeniz gerekir diyen söylemler vardır ki, bunlar ne çağdan, ne de ilerlemenin ne olduğundan haberleri olmayan cahilliğin yüzkarasıdır. Bu işleri Marksist teoriye göre mi, kapitalist aşamalardan geçme sırasına göre mi yapılması gerekir söylemi ve tartışmaları var ki, buna da havanda su dövmenin ahmakçasıdır, denir.
Evet, insanlık, tarih boyunca sürekli tekâmül halindedir. Bu tekâmül tabiata hükmetme ve iş yapma bakımından düşünülmelidir. İnsanın zekâsında ve genetik mirasında bir değişiklik yoktur. Yani atalarımızdan daha mütekâmil insanlar değiliz, insanın özü sabittir. Tıpkı yüz bin sene önceki atın, otun, timsahın, ağacın, kuşun karakterinin sabit kalması gibi. İnsanın yeryüzünde ortaya çıkışı inandığımız kutsal metinlere göre iki kişi olarak başlamıştır. Sürekli nüfus artmış, yeryüzüne yayılmış, kabilelere, dillere ayrılmış ve bu zamanlara kadar gelmiştir. Bilgi ve teknoloji tıpkı nüfus gibi üst üste koyarak, birinin bulgusunu öteki alanda kullanarak ilerliyor. İnsanların yüksek matematiğe geçmesi sıfırı bulmadan, cebiri bulmadan, trigonometriyi bulmadan mümkün değildir. Bilgiyi bulduktan veya keşfettikten sonra bunu teknikte-sanayide kullanmak mümkün olmaktadır. Proje geliştirmek için sağlam bilgiye, araştırmaya dayalı nihai hükümlere ihtiyaç vardır. Bu gün fizik, matematik ve temel bilimlerdeki keşifler o derece yüksek bir aşamaya geçmiştir ki, bunların sanayide-pratikte kullanılması veya işler hale getirilmesi mevcut teknoloji ile mümkün olmamaktadır. Bu aşamada ideal veya mümkün olabilir teknolojik seviyeye göre herkes geri kalmıştır. Teoride mümkün olsa bile bir otu yaratamıyorsunuz, canlı hücre yapamıyorsunuz, bir elmayı sapından hareketle içten dışa doğru şişirerek üretemiyorsunuz, narı kabuğunun içinde birbirine karışmayacak şekilde dizip ambalajlayamıyorsunuz. Allahın yaratılış sırlarının etrafında dolanıp duruyorsunuz. Onun kurduğu düzeni veya çemberi aşamıyorsunuz. İnsan uzay denilen boşlukta Dünya adası denilen bir küreye hapsedilmiştir. En yakın yıldıza 200 bin senede gidebilir, uzay boşluğunda astronot kıyafetsiz bir dakika yaşayabilir. Dünya adası birbirini destekleyen bitki ve hayvanlar tarafından işgal edilmiştir. Tabii bilimlerdeki bilgimiz arttıkça denizin dibindeki ottan havadaki buluta kadar her şeyin bilinçli bir iradenin eseri, sonsuz güç sahibi bir zatın mahlûku olduğunu anlıyorsunuz. Aslında insan zekâsının da bir sınırı vardır, bizzat kendi varlığının nasıl olduğunu anlayamıyor, idraki idrak edemiyor, kâinatın büyüklüğünü dahi kavrayamıyor, bir noktadan sonra insan aciz kalıyor.
Bu güne kadar hiçbir müspet bilim teorisyeni, kâinatı kim yarattı, nasıl yarattı, ne zaman yarattı, canlı hayat nasıl ortaya çıktı, ne, nasıl canlandı, nasıl oldu sorularını deney ve pozitif metotlarla anlayabilmiş ve açıklayabilmiş değildir. Çünkü bu soruların cevabı aklın anlayacağı sınırların dışındaki kalan bir zat tarafından yapılmıştır. Akıl mevcut varlık üzerinden düşünür ve hüküm verir. Perde arkasını kavrayamadığı için, işe inanç girer ve yaratıcının tasavvurun ötesindeki yüceliği girer, buradan manevi hayat ortaya çıkar. Bu hayatın madde ve manadan meydana gelen bir süreç olduğu anlaşılınca kâinat kitabını “Rabbinin adıyla okumaktan” öte bir şey kalmaz. Bu ayet kuru kuruya oku kelimesi değildir. Kâinatı Rabinin ismi ile okuma, onun yaratmadaki bilgeliğini anlayarak okuma hamlesidir. Her yaratıkta, her şeyde onun şifresini görme ve hayrete düşme sonucu ortaya çıkar. Okumayı Rabinin ismi ile yapmaya başladığınızda artık perde aralanmaya onun varlığını görür gibi anlamaya başlarsınız. Cehaletten kurtuluş yolu açılır.
Tekrar tartışmaya kaldığımız yerden devam edersek; beceri-bilgi ve maharet kavramı başkasının kolayca ve mükerrer bir şekilde yaptığı işleri sizin yapamamanız hali olarak ortaya çıkar. Bunu devletler çapında ele alırsak her toplum iş bölümü çerçevesinde belli bir üretim ve beceri seviyesini ifade etmektedir. Üstünlük veya geri kalmışlığın ölçütü, keşif ve maharet bakımından ne kadar ileri gittiğiniz veya geri kalmış olduğunuz sorunudur. Şöyle bir rivayet anlatılır: 2. Dünya Savaşı’nda İngilizler kendi teknik üstünlüklerini göstermek için mikron seviyesinde tel çekerler Hitler’e gönderirler, Hitler, bu telin içinden delik açarak Churchill’e iade eder. Mesela siz; uçak, motor, çip-yonga, bilgisayar, uzay aracı, uydu haberleşme cihazı, nükleer silah, füze ve balistik füze teknolojileri, lazer, nano teknoloji, biyoteknoloji alanlarında üretim yapamıyor, en ileri malzemeleri üretemiyorsanız geri kalmışsınızdır. Astronot kıyafeti giyinmekle uzaya çıkamazsınız, batının modasını takip etmekle, çalışma ve tatil günlerini değiştirmekle, onların ölçü birimini, takvimini kullanmakla onlara yetişemezsiniz. Çünkü kilonun okkadan, metrenin arşından hiçbir üstünlüğü yoktur. Ürünün kendisini yapmak-taklit başkadır, ustasını taklit başkadır. Biri anyaya gider ötekisi Konya’ya…
İnsanlığın topyekûn tekâmül seviyesi (tabiata hâkim olma ve teknolojik seviye bakımından) yüzyıllık dilimler halinde karşılaştırıldığında her yüzyıl bir öncekinden daha ileride olma halini ifade etmektedir. Yazının bulunması, ateşin keşfi, tekerin icadı, kâğıdın üretilmesi, madenlerin işletilmesi hepsi bir ileri aşamayı ifade etmektedir. Çığır açan gelişmeler bunlardır. Ancak bir millet bu işleri çok iyi yaparken diğer biri onları bin yıl geriden takip edebilir. Hazırdan yiyebilir. Kâinat düzenini hakikate uymayan mantıkla yorumlayabilir. Geçmiş asırlara tekabül eden üretim biçimini, geleneklerini devam ettirebilir, çağa ayak uydurmamak için direnebilir. Bu tür milletler ezilerek yenilerek tarihten çekilir.
İlerilik gerilik ölçülebilir kavram mıdır? Kim neye göre ileridir. Neye göre moderndir, bu konunun da analiz edilmesi gereklidir. Kuvvetli olmak, sayıca çok olmak, üstün olmak manasına gelir mi? Sayıca, pazuca kuvvetli olan 5 kişinin birleşerek gözüne kestirdiği bir kişiyi öldürmesi üstünlük müdür, ilkellik midir, hukuk mudur adalet midir? Hak güçlünün hakkımıdır, Mesela Dünya 5’ten küçük müdür-büyük müdür? Üstünlüğün ölçütü- kıstası nedir? Zenginlik midir? Sayıca çokluk mudur? Ezici askeri güç müdür? İyi yönetim-adaletli yönetim midir? Bunlar tarih felsefesi ve sosyolojik analizlerle tespit edilecek üzerinde tartışılması gereken unsurlardır.
Eğer bir gelenek hak ve doğru olma özelliklerini taşımıyorsa onu muhafaza etmenin mantığı yoktur. Nasıl ki üretim biçimi eskiyince terk edilmek zorunda kalıyorsa, ilerlemeye engel olan bütün bağlayıcı hükümler miadını doldurmuştur. Gelenek ve değişme birlikte yürümesi gereken sosyal gelişme programıdır. Geleneğe (bunu her türlü yasa ve kural anlamında kullanıyorum) değişmezlik özelliği verirseniz toplumu dondurursunuz, her şey değişebilir derseniz toplumu dağıtırsınız. Dolayısıyla gelişme denilen süreç dağılma ve koruma mantığı üzerinden gerçekleşir.
Tekâmül sözcük anlamıyla gelişme, olgunlaşma, ilerleme anlamına gelmektedir. Maneviyatı ilgilendiren alanlarda biyolojik evrim ya da maddi evrim anlamına gelmez. Bir çok felsefeci maddi ilerlemeyi ölçülebilir, manevi ilerlemeyi ölçülemez olarak değerlendirmektedir. Manevi tekâmül sevgi, şefkat, merhamet, fedakârlık gibi ruhsal yetenekleri geliştirmek, vicdan sahibi olmak, diğerkâm olmak (kendisi kadar başkalarını da düşünmek), kişilik özelliklerini geliştirerek affedici olmak, kısaca kendisine ve diğer canlılara karşı vazifelerini hakkıyla yerine getirmeyi öğrenmektir. Kişinin alt etmesi gereken en önemli iki düşmanı bencillik ve onu da kapsayan nefsaniyettir, kibirdir. Bu kavramların hiç biri ölçülemez meziyetlerdir. İnsanın içinden maneviyat denilen ruhu çıkardığınız zaman geriye azgın bir hayvan kalır. Geçenlerde Ataşehir’de sokakta yürüyen bir genç kızımıza arkasından gelen bir gencin sebepsiz yere kılıçla saldırarak öldürmesi hayvanlar âleminde bile emsaline rastlanmayan bir alçaklık ve canavarlık örneğidir. Bunun sebebi psikolojik sorunlarla, bilgisayar oyunlarının azmettirici teşvikleriyle izah edilemeyecek kadar artan hayvanlaşma sürecidir. Bizce, hapsetmek ceza vermek değildir. Ceza vermek cezanın hakkını vermektir. Toplumun ve mağdurların beklediği hükmü vermektir. Bireysel hak esastır, mülkiyet ve hak kutsaldır diyoruz, hakkın hakkını vermiyoruz. Bu tür olaylarda devlet mağdur olan taraf değildir. Devlet, toplumsal düzenin korunması için kişinin kendi hukukunu korumasına yol açacak ihkak-ı hak’a yol açmamak için idam cezasına onay vermek zorundadır. Devlet, düzenin bozulmaması için hak adına hareket eden üst otoritedir. Hayatı, hakkı ve malı korumakla mükellef müessesedir. Kendisine karşı işlenmiş suçlar hariç af etme yetkisine sahip değildir. Evet, ben burada idam cezasının gelmesi gerektiğini savunuyorum. Esasen bu cinayet maneviyatla ilgili buhranımızı ifade etmesi bakımından önemli bir hadisedir ibretlik bir vakadır. AB normları evrensel değildir, hakka ait değildir, ileri değildir, tatmin edici değildir. Kur’an’daki nasslarla ilgili olarak ifade edilen ‘kısas’ ve benzeri ‘had’ler değiştirilmesi mümkün olmayan emirler ve tabii hukukun da kabul ettiği sabitelerdir. "Kur’an, yaşayan zalimi ödüllendirmek manasına gelen öldürülen mazlumun hakkının çiğnenmesine onay vermez". Bu cezaların hafifletilmesi adil bir tatbiki önlediği gibi caydırıcı özelliklerini de kaybettirir.
Evet, bu hadiseye bakarak manevi tekâmülün neresindeyiz? Maddi bakımdan ilerlemenin hangi aşamasındayız, taklit tarzında yaptığımız reformlar, inkılâplar, uyum paketleri gerçek manada ilerleme midir, batıyı aşmamıza yardım etmiş midir bunları yeniden gözden geçirmenin zamanı gelmiştir. Bir takım yanlış sonuçlara yol açmış kanunları Anayasanın 174 maddesi ile teminat altına almak evrensel kanun haline getirmek şaşkınlık ölçüsünde yanlıştır. Kâinattaki her şey, buna paralel olarak toplum hayatı sürekli hareketlilik ve değişme süreci içinde ilerlemeye devam eder. Dünyada değişmeyen tek şey değişmenin kendisi ve ilerlemedir. İbn-i Haldun’a göre her medeniyet doğar, büyür, gelişir ve çöker[1]. Toplumu ileri iten kuvvet asabiyet adını verdiğimiz, milli ülküdür. Milli ülkü inanç sistemine dayanmazsa devamlılığını yitirir. Bunu önlemek için atalarımız i‘lâ-yi kelimetullah aşkı kavramını bulmuşlardır. Hayat, ‘tekâmül’, ‘ilerleme’, ‘gelişme’, ‘bütünleşme’ ve ‘çözülme’yi ihtiva eden bir süreç izlemektedir. İlerleme ve çöküşe ait çan eğrisinin evrensel olduğu iddia edilmektedir. Çöküşü/çözülmeyi geciktirmenin, yükselişi uzatmanın milli güçleri geliştirerek mümkün olduğunu biliyoruz. Medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak çağlar üzerinden aşarak, bekayı devamlı hale getirmek “devlet ebed müddet” mantığı üzerinden mümkün olmaktadır. Ecdadımız bu kavramları yönetim felsefesi olarak icat etmiş ve kullanmıştır. Devletin ve İslam’ın devamlılığını üstünlüğünü ifade eden bu kavramları yeniden yürürlüğe koymak zorundayız. Çünkü Cumhuriyetin hiçbir kurucu değeri devleti ayakta tutmaya yetmez. Bir şeyi bilmeden-anlamadan inadına savunmak doğmatizmdir. Kurucu değerler maneviyat değerlerimizle, ecdadımızın asırlardan beri bulduğu ve kullandığı büyüleyici kavramlarla harmanlanmalı yeni bir senteze varılmalıdır. Bu sentez Türkiye’nin yeni bir dünya gücü olarak ortaya çıkmasının yolunu açacaktır.
İlkel düşüncenin nasıl ortaya çıktığı ve nasıl olduğunun tarifi yapılmıştır. İlkel düşünce, kritikten yoksundur, somutlaştırma ve kişiselleştirmeye dayanır, doğal olaylar arasındaki neden ve ilişkileri objektif olarak takip edemez, peşin hükümle yol alır. Batılı/batıl düşence bir de bunun arasına, doğa olaylarının arkasında belirli bir yaratık arar, maddesini koyarak yolunu şaşırmıştır. Aslında Allah’ın adıyla okumak hakikati görmektir. Temel hakikat budur. Gerisi körlüktür. Dört doğru teşhisin, doğru hükmün arasına bir tane cahilane hüküm yerleştirdiğinizde bütün anlattıklarınız ifsat oluyor. Yolunuzu şaşırıyorsunuz. Batının bunalımının temel sebebi budur. Batı hastadır. Hasta adamdır. Hastaya fazla yaklaşmak nasıl ki bulaşıcı etki yaratıyorsa, yasaları onların mevzuatına göre düzenlemek aynı sakat sonuçları verecektir. Hastalanmak kaçınılmaz olacaktır. Batıyı şuursuzca taklide son verilmelidir.
Geri kalmış toplumların ilerlemelerinin kaçınılmaz olduğu inancının dünyada gittikçe hâkim olduğunu görüyoruz. İlerlemenin istikameti ise Batı dünyasının sahip olduğu değerler, normlar ve yapılar olarak ortaya çıkacağı varsayılıyor. Ne oluyor da bencil değerleri daha fazla olan milletler bizden maddi bakımdan daha ileri oluyor. Manevi değerleri sıfıra yaklaşmış toplumlar insanlığın kaderini belirliyor? Bu nokta üzerinde hayretle durulması gereken bir vakadır. Bazıları diyor ki; moral değerlerden yoksun toplumlar, tatminsizlik ve arayış içinde olmanın verdiği boşluğu doldurmak için her türlü değişmeye açık bulunmaktadırlar. İlerlemenin motor gücü budur. Maddi üstünlük, manevi yapıdaki boşluğu dolduramadığı için, ABD dünyanın her yerinde fesat çıkardığı ülkelere askeri müdahalede bulunuyor, bir düzen getiremeden, nefret uyandırarak çekilip gidiyor. Hatta mağlup olarak gidiyor. Fakat ilginç olan nokta şu ki küresel manada sözü geçmeye devam ediyor. Bunun izahı kültürel yozlaşma ve çöküşle değil, jeopolitik anlamda askeri işgal ve son derece yıkıcı silahların baskısıyla mümkün olmaktadır.
Geçtiğimiz günlerde bir haber okudum: Avrupa Birliği (AB) kendi ordusunu kurmaya karar vermiş. İşe 5 bin askerle başlayacaklarmış. Deniyor ki AB 5 bin askerle küresel güç olacak… Akıllara ziyan bir şey… Eğer böyle bir şey imkân dâhilinde ise ellerinde bizim bilmediğimiz kitle imha silahları olmadan mümkün değildir. Eğer böyle değilse bu teşebbüs fanteziden öte bir şey değildir. Ancak burada dikkat etmemiz gereken nokta şudur: Batı üstünlüğüne o derece yüksek azimle inanmıştır ki 5 bin kişilik ordu ile bütün dünyayı baskı altına alacak kadar diğer insanlığı ilkel ve geri kalmış görüyor. Bu konuda G. Amerika’da İspanyol Vali Hernán Cortés’in yaptığı katliam ve zulmün nasıl olduğunu biliyoruz.
Batının temel zihniyetinin arkasında Hıristiyan düşüncesi olduğunu ve tezlerinin oryantalist mantıktan kaynaklandığına dikkat edilmelidir. Batının düşünce mantığının altında “Altın Çağ”, “İnsanın Düşüşü”, “Ahlaki Bozulma Dönemi”, Altın Çağa Geri dönüş” olarak dört aşamada gerçekleşeceği faraziyesi yatmaktadır. Evet, bu faraziyeye göre Batı, maddi üstünlüğü ele geçirmesiyle birlikte ahlaki bir bunalıma girmiş ve çökmüştür. Sorun şudur: Altın çağı kim yapacaktır? Bu altın çağı kendileri mi gerçekleştirecek, maneviyat değerlerine tekrar dönerek özünü yeniden keşfedecek olan Türkler mi gerçekleştirecek, yoksa maneviyata dönüşü kendileri mi yapacaktır? İşte bu nokta çok önemlidir. St. Augustinus, altın çağı; gelişmişlik, ahlaki olgunluk, tanrısal olanı elde etmek olarak görmektedir. Batı Tanrıyı kaybettiğine göre bu işi kim yapacaktır?
Ancak, batı üstünlüğünün seküler değerlerden kaynaklandığı faraziyesinde ısrar etmeye devam etmektedir. 1841'de Oxford'da Krallık tarafından atandığı kürsüde Modern Tarih Profesörü olarak verdiği dersinde Thomas Arnold, uygarlığın bir hareket merkezi Batıdır. Uygarlık/medeniyet tarihinde her şey her şeyi etkiler ancak bazı değerler zamanla unutulur, bazıları tesirlerini devam ettirir, “uygarlık mirası yaratıcı ırkların yaptıklarının tarihidir.”Der. Bu görüş, emperyalist, aydınlamacı masonik kafanın ta kendisidir.
Yakın zamanlarda, Robert Pennock[2] "insanlığın evrim tarihi Batı dünyasının ihtimam duyduğu ideal ve müesseselere doğrudur." Diyerek Batının taklit edilmesi gerektiği tezini ortaya attı. Geri kalmış milletlerin ilerlemesi mümkündür, çünkü bütün milletler taklit edebilme yeteneğine sahiptir. Bu sebeple de Avrupa'nın başarıları Afrika ırkına aşılanabilir. Diyerek herkesin Batıyı her şeyi ile taklit etmesi gerektiği tezini savunmuştur. Pennock ayrıca bilime dayanak oluşturan metodolojik ve felsefi natüralizmin felsefi tarihini ortaya koydu ve akıllı tasarımın gerçekten benimsenmesi durumunda (Burada demek istiyor ki Allahı varlığını kabul etmek yaratıcının varlığını ispat etmek) Batı medeniyetini Aydınlanma öncesi bir duruma döndüreceğini ve çökeceğini açıkladı[3]. Yani, Batı üstünlüğünü sürdürmek için dinsiz olmaya mecburdur diyor.
Bu gün İngiliz devlet felsefesi haline gelmiş bulunan “Darwinizm” Batıya uygarlaştırma misyonu hakkı tanımakta, işledikleri cinayetleri meşru göstermekte bir araç olarak kullanmaktadırlar. Darwin'in ifadesiyle "çoğal, değiş, bırak kuvvetli olan yaşasın ve zayıf olan ölsün.” Darwinlzm ayrıca Adam Smith'in her ferdin kendi şahsi menfaatini takip ederken sanki "gizli bir el"in bu şahsi mücadeleleri toplumun genel menfaati istikametinde yönlendirdiği teorisine de bir katkı ve gerekçe sunmaktadır. Batı, üstündür, uygarlaştırma misyonu vardır, dolayısıyla istediğini yapmaya hakkı vardır. "Bir kavim kendi nefislerini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez" hükmü gereği Batı/batıl düşüncenin kibirden ötürü gerçeği bulamayacağını ve yıkılacağını değerlendiriyorum. Çünkü Batı jakobendir, Tanrıya savaş açmıştır, Tevrat’ta anlatıldığı gibi İsrail (Tanrıyı yenen adam ) olmak azmindedir, bu kafa ile giderse hüsrana uğrayacaktır.[4] Tarihten silinerek çekilecektir.
Varlığının son 150-200 yılında Batılılaşmaya ve/veya modernleşmeye, batının üstünlüğünün neden kaynaklandığını araştırmaya ayıran Osmanlı doğru istikamet tayin edebilmiş midir? Sualinin cevabı burada ortaya çıkmaktadır. Osmanlı ve ondan sonra gelen reformcuların batının maddi üstünlüğünü esas alarak yaptıkları ve manevi yapıyı yıkmaya yönelik reformların tamamı yanlış olmuştur. Aydınlaşmacı düşünce Tevrat kaynaklıdır. Siyonist ifsat programının bir parçasıdır, kendini Tanrı’nın yerine koymaya adamıştır, kibir merkezlidir. Kibir, her yıkılışın başlangıcıdır. Titanic gemisini yapanlardan biri olan Bruce Ismay, "öyle bir gemi yaptık ki, bu gemiyi Tanrı bile batıramaz" demişti. 14 Nisan 1912'de ilk seferinde battı. Keza Amerikan Challenger uzay mekiği, "(Tanrıya) meydan okuyan" adlı mekiğinin, parçalanması hadisesini gözlerimizle gördük, hangi sebebi ileri sürerlerse sürsünler, ne derlerse desinler, Allah’a karşı büyüklenmenin sonu felaket ile biter.
Türk Modernleşmesi-batının etkisinde kalması, 1700’lü yıllarda, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Avrupa’daki Fransa Elçiliği döneminde (1720-1721) Paris’teki görgü ve bilgileri kapsayan raporları ve tekliflerinin Osmanlı yönetimine tavsiye edilmeye başlamasına kadar uzatılabilir mi?
Evet uzatılabilir. Batının araştırmaya, bilme ve mühendislik alanında ilerlemesi karşısında Osmanlı tecrübî ilimlerde Batı ile aynı hızda ilerleyememiştir. Yapılması gereken Medreselerde fen ilimlerinin, matematiğin ağırlığını artırmak, mühendislik alanlarında eksikliği ve aradaki farkı kapatmak gerekiyorken iken, dinimizi hakiki ölçülerde yaşamadığımız için bunlar başımıza geliyor, cephelerde yeniliyoruz saplantısına düşülerek doğru teşhis ve doğru tedavi yapılamamıştır.
Ayrıca Batı "Hukuka dayanan adalet," "Yasa hâkimiyeti", "Bir davanın yürürlükte olan yasa ve kurallar gereğince ele alınması" ilkeleri üzerinden kanunlaştırma ve kodifikasyona gitmişti. Osmanlı şeriat hukukuna dayalı bir medeni kanun, ceza kanunu vs gibi kanunlar yaparak kendi milli İslami kimliği üzerinden yükselmesi gerekirken, böyle yapılmamış, Batıdan iktibaslar yapılarak hukuk sistemi mantık, felsefe ve değer yargısı bakımından çelişkiye düşmüş, içinden çıkılmaz hal almıştır. Tanzimat ile kurulmaya başlanan Nizamiye Mahkemeleri ve bu mahkemelerin 1871 yılında yaygın hale getirilmesi geleneksel şer-i mahkemelerin toplumsal alanda pek çok işlevini kaybetmesine ve giderek seküler bir kurumsallaşmanın oluşmasına yol açarak milli İslami değerlerimizin çürümesine sebep olmuştur.
Batılı kanunlar; sosyal ve ahlaki amaçlar, zihniyet ve hayat tarzıdır, “demokrasi, çoğulculuk, insan hakları” gibi kavramlar üzerinde tartışılmadan alınmıştır. Hakkını, haklı sebeplerle savunan bir kişi çoğunluğu temsil etmiyorsa haksız mıdır? İslam’laşma çağdaşlaşarak batılı/batıl değerleri alarak yol alamaz. İslam çağları aşarak çağdaşlaşmalıdır. Klasik içtihad usulüne katkı sağlayarak elde edilecek sonuç, sahih ölçülerde keşfedilecek evrensel değerlerin ve delillerin ışığında ilerleyerek insan aklının teklediği/yetmediği noktalarda insanlığı saadete götüren hayat modelleri sunmak olacaktır. Bu modeller de, batılı anlayış çerçevesinde demokrasi, çoğulculuk, insan hakları olmayacaktır; ancak bu kavramların hedeflediği sosyal ve ahlaki amaçlar bulunacak, bunun ötesine geçen yorumlarla, katkılarla onların hayal edemediği ufuklar ortaya çıkacaktır. Kur’an’ın evrensel okuma biçimiyle tarihsel okuma biçiminin birleştirilmesi ve her ikisinin de Kur’an’daki bütünlüğü içinde ele alınmasıyla mümkün olacaktır. Değişmeye açık olmayan dinin tek sahası sabit nasslarla belirlenmiş olan ahkâm kısmıdır. Buradan taviz verilmeye son verilmelidir. İslamı tavize ve nasslarını değişmeye zorlayan görüş Tevrat kökenli İsrailiyattır. Bu görüşün arkasındaki felsefe, aydınlanma felsefesidir. Aydınlanma felsefesi iki asırdan beri Türkiye’yi aydınlatamamıştır, batıya yetiştirmesi mümkün olmamıştır, neticede 20-30 yılda alınması gereken mesafeyi iki yüzyıldan beri kapatamamıştır. Dolayısıyla Türkiye milli İslami kimliğine dönerek, çağlar üzerinden aşmalı 20 yıl içinde batıyı geçmelidir.
Batıya karşı durmak ve batının silahı ile batıyı vurmak için, Osmanlı çeşitli modernleşme adımları atmıştır. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması, eski talim sistemi yerine modern ordunun kurulması, bürokratik yapıdaki köklü değişimler, hukuk kodifikasyonlarının şer’i hukuktan uzaklaşarak Batı hukukuna yaklaşması, Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) fermanları, 1876’da I. Meşrutiyet’in ve 1909’da II. Meşrutiyet’in ilanı, sosyal hayatta, gündelik hayatta, giyim-kuşamda, görgü kurallarında, eğitimde, bilimde, sağlıkta, tarımda, sanayi üretiminde, madencilikte, ulaşımda, insanın yaşamını kuşatan bütün alanlarda yaşanan değişimler, isabetli olmuş mudur. Özümüzü koruyarak bu değişimi nasıl yapabilirdik, yapılanlar doğru/isabetli olmuş mudur? Modernleşme süreci, epistemolojik, yani varlık, bilgi ve değer alanlarındaki değişim/dönüşüm inanç sistemimizle bağlantılı olmuş mudur, yoksa yıkıcı mı olmuştur?
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve kaldırılma biçimi vahşet şeklinde olmuş ve kaldırılması da yanlış olmuştur. Bizce Ocağa verilen eğitim ve bilgi sistemi değiştirilse, askerin kılık kıyafetinin değiştirilmesi gibi boş işlerle uğraşılmazsa daha doğru yapılmış olurdu. Nizam-ı Cedid, Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye gibi isimlerle kurulan farklı askeri yapılar yerine subaylarından başlamak üzere Yeniçeri Ordusu’nun eğitim yolu ile ıslah edilmesi daha doğru olurdu. Abdülhamit döneminde Alman Askeri Yardım Eğitim Programı kapsamında getirilen Alman askerler modern taktik ve stratejik anlayışa göre eğitim vermişler ve buna ordu itiraz etmemiştir. Ordu, Enveriye adı verilen kararla Alaylı subayları ordudan atınca memnuniyetsizlik ortaya çıkmıştır, insanların ekmeğiyle oynamak, işinden aşından ederek sokağa atmak kimseyi memnun etmez. Bunun yerine bu subayların modern sistem üzerinden eğitimi, kurslara davet edilerek yetiştirilmesi, yaşları geçenlere gerekli tazminatlar verilerek ayrılmalarının sağlanması halinde memnuniyetsizlik ortaya çıkmazdı veya daha az olurdu. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması 1828-29 Osmanlı-Rus Harbine ordusuz girmemize sebep olarak yenilmemize ve Rusların Edirne’ye kadar gelmesine neden olmuştur.
Bizce Tanzimat, Islahat Fermanı ve günlük hayatta reform mahiyetinde ileri sürülen hiçbir karar başarıya ulaşamamıştır. Ve yanlış olmuştur. Yanlış olduğu nereden bellidir? Halkın, reformları şöyle anladığından bellidir: “Bu günden itibaren gavura gavur demeyeceksin.” Kaldı ki sonuç ortadadır. Nüfus bakımından azınlığa düşmüş olan asli Türk unsurunun yönetimine Meşrutiyet getirirsen, devlet dağılır, Türkler azınlığa düşerek yönetimden uzaklaşması söz konusu olur. Zaten 1918’e gelinceye kadar yapılan her reform devletin daha fazla yıpranmasına ve dağılmasına sebep olmuştur. Çünkü doğru istikamet tutturulamamıştır. ll. Meşrutiyetle toplanan Meclis’in Başkanı Ahmet Rıza Bey[5] Kuran’a el basarak yemin etmemiş, o zaman ki anayasayı açıktan çiğnemiştir. Mevcut sistem her istikamete çeken baskı altında kalmış, santim ilerleyememiştir.
Cumhuriyet aydınlarının ileri sürdüğü halkımız dindar-mürteci-irticacı olduğu için geri kalmıştır tezi de yanlıştır. İnsanımız Avrupa’ya, ABD’ye gidiyor, çalışıyor, zengin oluyor, ileri mevkilere geliyor, demek ki insanımız değer ve kapasite itibariyle ileri denilen ülkelerin insanlarından hiç bir eksiği yok. Meselenin sistem ve düzen sorunu olduğu halen anlaşılamamıştır. Sistem, transmisyon, aktarma kutusu gibi yüzlerce dişliyi birbirine bağlayarak çalıştıran bir mekanik yapıdır. Bu yapıda dişlilerin muntazaman dönmesi gereklidir, aralarına taş düşerse, yağı biterse, bazı dişliler kırılır ve sistem çalışmaz. Sosyal hayatta bunun gibidir. Tedbirler zamanında ve yerli yerince alınmalıdır. Dünyaya örneklik teşkil edecek bir düzen kurulmalıdır. Türkiye bunu sağlık sektöründe, ulaştırma sektöründe başarmıştır. Sanayi ve bilim sektöründe de atılım yaparak Batının önüne geçmelidir.
Tanzimat döneminin ortaya çıkardığı ve Cumhuriyet dönemine devrolunan sorunlardan biri geleneksel İslami kurumlarla, batı modelinde gelişen kurumların bir arada bulunmasının yarattığı ikilik sorunudur, bu sorun halen çözülebilmiş midir? Zihni bölünme ne gibi sorunlara yol açmaktadır?
İkilik sorunu halen çözülememiştir. Türkiye muazzam bir zihni parçalanmışlık yaşamaktadır. Bu sorun büyük devlet olmasının önündeki en büyük engeldir. Bu engel yeniden milli İslami kimliğe geri dönülerek başarılacaktır. Zihni parçalanmışlığı nereden anlıyoruz? Göçmenleri, mültecileri düşman görmek, İslami değerleri hiçe saymak, kahrolsun şeriat demek, kaybettiğimiz Osmanlı topraklarında gözümüz yoktur diyerek tamda Batının istediği gibi düşünmekten anlıyoruz. Bazı sokak röportajlarında İslam’ın şartı kaçtır diye soruluyor, pek az sayıda kişi cevaplandırabiliyor. Bu durum, halkın dini bilmediğini, doğru dürüst bir ahlak eğitimi verilmediğini göstermektedir.
Batılılaşma yönündeki baskılara karşı, siyasi manevralar ile ayakta kalabilen devlet, ekonomik gücünü yitirmiş, sosyal ve kültürel dokusunun canlılığını koruyamamış, fert, aile, mahalle, toplum ve devlet yapılarının birbirini tamamlayan, bütünleyen, destekleyen ve güçlendiren yüzlerce yıllık örgüsünün çözülmesine sebep olmuş mudur?
Evet, batılılaşma değil bir milli yol tespit edilmeliydi. Bu yol geçmişin ihtişamlı günlerine dönmek için eskiyi tekrar etmek şeklinde de olmamalıydı, körü körüne batılılaşma şeklinde de olmamalıydı. Batıyı aşmak için işe kıyafetten, şapkadan başlayarak uyduruk reformlar yapmak yerine bilim üretmeye, üniversiteler kurmaya, yüksek nitelikli askeri okullar açarak iyi askerler yetiştirmeye, halkı eğitmekten işe başlanmalıydı. Japonya’da Meji Reformları sonucunda 1900 başlarına gelindiğinde okuma yazma nispeti 50’nin üstüne çıkartılmış, halkın bilgi ve mahareti artmış 1905’de yapılan Rus-Japon Savaşı’nda Rus ordularını darmadağın etmiştir. Alman Birliğinin kurulması 1870’den sonra sanayileşme ve yüksek nüfus artışının teşvik edilmesiyle birlikte yükselişe geçmiş, 1900’lü yıllara gelindiğinde Almanya, İngiltere’ye kafa tutan bir dünya gücü olarak ortaya çıkmıştır. Sultan Hamit halkın okuma yazma seviyesinin yükseltilmesine büyük önem veriyordu. Ülkenin eğitim ve kültür seviyesinin yükselsinin ülkeyi kurtaracağını düşünüyordu. Kim açarsa açsın, isteyen okul açıyordu. Misyoner okullarının açılması Bulgar, Rum ve Ermenilerde milliyetçilik hislerini artırarak isyana teşvik etti. Bu okullara devam eden Müslüman çocukları asimle edilerek Batıcı-İttihatçı oldu, devletin yıkılışını hızlandırdı. Bu gün bile İngiliz-Fransız ve Almanların kontrol ettiği kolejlerden milli kimliğe yabancılaşmış insan yetiştirme çarkı devam ediyor. Milli eğitimin milli İslami kimlikte insan yetiştirdiği söylenemez. Hızla bu yanlışların düzeltilmesi gerekmektedir.
El yordamı ile yapılanlar değişim, dönüşüm ve yeniden yapılandırma sürecinin, endüstri devrimi ile hızla kapitalistleşen dünya sistemine uyum için yeterli olmaması sebebiyle, Osmanlı devlet ve toplum yapısının varlığını devam ettirmesi mümkün olmamıştır, denmektedir. Bu bakış açısı doğru mudur?
Aslında Osmanlının yıkılışını hızlandıran önemli bir nedende “dış borçlanma ve Yahudi sermayesinin kontrolüne düşmesi meselesidir.” Rothschieldler İngiliz Merkez Bankasını kontrollerine aldıktan sonra ikinci merkez bankasını İstanbul’da Osmanlı Bankası adıyla kurmuşlardır. (1856) Yahudilerin FED’i (Amerikan Merkez Bankası) ele geçirmeleri bile 1913 tarihidir. Yani Osmanlının yıkılmasını hızlandıran, Reji İdaresi, Duyunu Umumiye gibi devlet içinde devlet olan kuruluşlar, Yahudi bankerlere olan borcu ödemek üzere kurulmuş, Anadolu köylüsüne görülmedik zulümler yapılmıştır. Bir sistem Yahudi’nin kontrolüne düştü mü asla iflah olmaz. Osmanlı Rothschieldler’in esaretine İngiltere’den hemen sonra düşmüş ve bir daha iflah olmamıştır.
Mesele kapitalist sistemle uyum meselesi değil, topluma kendi değerleriyle uyumlu olmayan ters kan verilmesi meselesidir. O günkü yöneticilerin de çağı ve hasımların niyetini doğru anlayıp çözüm ürettiği söylenemez. Osmanlı Padişahlarının en kıymetlilerinden biri olan Sultan Abdülaziz İngiliz istihbaratı tarafından bu yüzden öldürtülmüştür.
Aradan geçen yaklaşık 200 yıllık bakış açısı ile meseleye yaklaştığımızda nerede/nerelerde yanlış yaptık?
Türkiye kendine güvenen, kendi gibi olmak isteyen, dini değerlerinin Batıdan üstün olduğunu düşünen liderliğe tekrar geri dönmek zorundadır. Milli-İslami kimlik Türk milletinin asli kimliğidir. Vazgeçilmez kimliğidir. Hz. Âdem’den beri gelen peygamberler yoludur. Bu yol, Allah’a içten bağlılığı kapsayan davranış kalıplarıdır. Hesapla planla büyük işler yapmak, fikridir. İla-yı kelimatullah aşkı için devleti ebed müddet fikri uğrunda kendini feda etmek görevidir.
Türkiye kendi üstün devlet felsefesini yeniden inşa edecektir. Ve dünya gücü olacaktır. İnsanlığın kıyamete kadar huzur içinde yaşaması için rehberlik edecektir. Bunun için liyakatli, (Bilgi, cesaret, ahlak, tevazu, adalet, merhamet, dürüstlük, namus gibi fazilet değerleridir.) adanmış, insanlar yetiştirecektir. Bunun olacağından asla şüphem yoktur.
[1] İbni Haldun, uygarlıkların ortaya çıkışlarından yıkılışlarına kadar geçen süreci beş döneme ayırmıştır. İlkel kültür, kültürün ilk safhasını oluşturur. Bu aşamada insan yalnızca temel ihtiyaçlarını karşılar. Sonraki safha şehirleşme ve kültür üretme aşamasıdır. Bu aşamada öncekine göre daha gelişmiş bir kültür ve sosyal yapı kurulmaktadır. Bu kültür kalabalıklaşma, bir arada yaşamanın kurallarını oluşturma özelliğine sahiptir, bu yüzden yeniliklere açıktır. Bu aşamadan sonra işbölümü başlar insan emeğinin verimliliği sürekli artış gösterir. Bu aşamayla birlikte bozulmanın tohumları da atılmaya başlar. İlk evredeki saflık ve basitlik son safhada yerini karmaşık bir düzene bırakır. Giderek karmaşıklaşan ilişkiler ağı içinde medeniyet yozlaşarak gerilemeye başlar ve sonunda yıkılır. İbni Haldun gelişme aşamasında medeniyet neden yozlaşır sorusunun cevabını vermemiştir. Bu yönüyle ispatlanması mümkün olmayan bir peşin hüküm vaaz etmiştir.
[2] Doğmatik bir ateist Masondur.
[3] https://en.wikipedia.org/wiki/Robert_T._Pennock
[4] Fransız ihtilalına katılıp, terör estirerek, 5 sene hüküm süren, yüz binlerce insanı giyotine gönderip idam edenlerin tamamı (jakobenler), 1794’de devirin tersine dönmesiyle birlikte idam edilerek kökü kazınmış yeryüzünden kaldırılmıştır. Allah zalimlerin sonunu bize böyle göstermiştir. (Robespier’in İdam kararı) Allah’a savaş açmanın, Tanrıyı yenen adam olmanın cezası işte budur.
[5] Bu zatın annesi Avusturyalı Macar asıllı bir ailenin kızı Nâile Hanım’dır. Ahmet Rıza, küçük yaştan itibaren batı kültürüyle yetişti ve özel dersler aldı. (Yani milli İslami kültür ve ahlakın dışında yetişti.), köylünün sefaletini önlemek için ziraat tahsili almaya karar verdi, Fransa’ya gitti. Memlekete döndüğünde girdiği zirai işlerde zarar etti. Jean-François Robinet'in pozitivizm üzerine yazdığı bir eser vasıtasıyla tanıştı. Dr. Robinet’in sömürgeciliğe karşı olması ve özellikle Tunus’un işgaline o dönem karşı çıkan az sayıdaki Fransız entelektüel arasında yer almasından etkilendi. Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü savunduğu için onu “Türkiye’nin yılmaz bir dostu” olarak nitelendirdi. Robinet’in etkisinde kalarak Fransız hayranı oldu. Matematikçi Pierre Laffitte’in verdiği pozitivizm derslerine devam ederek, pozitivist oldu.
|
||
|