DÜNYADA HALLEDİLMESİ EN ZOR KONU: İDAM (5)
İDAM TEKRARDAN GETİRİLMELİ Mİ?
“Kim bir canı, başka bir cana (kısasen) ya da yeryüzünde fesat çıkarmasına (anarşi, isyan) karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur”.
(Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi: 32. ayet).
Önceki yazılarımızda, hayat hakkının tek istisnasını teşkil eden “idam”a ilişkin genel değerlendirmelere, uluslararası belgelerle diğer ülkelerdeki ve Türkiye’deki hukuki metinlere ve uygulamalara değinildi. Bugünkü ve sonraki yazılarımızda da idamın tekrardan getirilip getirilmemesi konusuna ilişkin şahsi görüşlerime gerekçeleri ile birlikte yer verilecektir.
Burada, idamın geri getirilmesi konusunu, gerek Türkiye’nin, çeşitli uluslararası belgelerin tarafı olması, gerekse çeşitli uluslararası kuruluşlara üyeliği sebebiyle muhatap olabileceği çeşitli sorunlardan ve anayasal hükümlerden bağımsız olarak değerlendireceğiz.
Son yıllarda genellikle idamın yasaklanmasının, hayat hakkının bir gereği olarak evrensel nitelikte insancıl bir gereklilik olduğu yönünde baskın bir algı meydana getirilmeye çalışılıyor ve bu konuda da ciddi bir mesafe alındığı söylenebilir.
Dünya genelinde idamı uygulayan ülkeler olduğu gibi, idamı her şart altında kaldıran ülkeler de vardır. Bazı ülkeler idamı OHAL ve savaş şartlarının olduğu durumlara özgü olarak kabul etmişlerdir. 1975 yılında dünya ülkelerinin (sayı olarak) 97’sinde idam olduğu halde, 2015 yılına gelindiğinde bu oran 27’ye inmiştir. Dünya nüfusunun yüzde 60’ının yaşadığı Çin, Hindistan, Endonezya ve ABD gibi ülkelerde idam cezası uygulanmaya devam ediyor.
Dünya ölçeğinde yaşanan bütün bu gelişmelerde, Batıda belli bölgelerde hâkim olan medeniyet anlayışının etkili olduğu söylenebilir. Özellikle Kara Avrupası merkezli idam karşıtlığının dünya genelinde etkinliğinin gün geçtikçe artmaya devam ettiği görülmektedir. Bu baskın anlayışa rağmen, idamın varlığını ve kaldırılan bazı ülkelerde de geri getirilmesini hak ve adalet ekseninde savunmanın mümkün olup olmayacağı meselesi önem arz etmektedir.
İdamın Varlığını ve Geri Getirilmesini Lüzumlu Kılan Temel Gerekçeler.
Ben burada hak ve adalet namına idamın lüzumlu olduğu ve belirli şartların yerine getirilmesi ön şartına bağlı olarak kaldırılan ülkelerde de geri getirilmesinin gerekli olduğu yönündeki görüşü aşağıdaki esas gerekçelerle savunuyorum.
(1) İdamın kaldırılmasını savunanlar, “hayat hakkının en kutsal hak, bütün diğer hakların varlığının ön şartı olduğunu belirterek, bir kişi kaç kişiyi öldürürse öldürsün, o kişinin hayatının mutlaka korunması gerektiğini” savunuyorlar.
Bu düşüncede isabet yoktur. Düşünce ve inanç gibi bazı hak ve hürriyetler hariç tutulacak olursa, hayat hakkı da dahil olmak üzere bütün hakların istisnaları vardır. Başta ABD olmak üzere bütün ileri demokrasilerde bile, güvenliğin ihlal edildiği düşünülen durumlarda, kişiler, güvenlik görevlilerinin güvenlik önlemleri kapsamında uyguladıkları güç kullanımı sonucunda öldürülebiliyorlar ve bu durum cinayet olarak değerlendirilmiyor. Sadece “orantısız güç kullanımı”nın var olduğu hallerde bu durum eleştiri konusu olabiliyor. Burada güvenlik kuvvetlerinin öldürme fiilinde, öldürülen kişi başkalarını öldürdüğü için değil, sadece güvenlik görevlilerine ya da başkalarına “zarar verme tehlikesi” belirdiği, güvenliği ihlal ettiği vb. sebeplerle öldürülüyor ve bu durum eleştiri konusu olmuyor; bunlar yaşatılmalı denmiyor.
Hayat hakkının istisnaları 1982 Anayasasının 17/4. maddesinde de yer almaktadır:
(a) Meşru müdafaa hali,
(b) yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi,
(c) bir tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi,
(d) bir ayaklanma veya isyanın bastırılması veya
(e) olağanüstü hallerde (OHAL) yetkili merciin verdiği emirlerin uygulanması sırasında silah kullanılmasına kanunun cevaz verdiği zorunlu durumlarda
meydana gelen öldürme fiilleri, hayat hakkının istisnalarını teşkil eder.
Bu ve benzeri hükümler, sadece Türkiye’ye mahsus değildir, bütün ileri demokrasilerde ve insan haklarına dair sözleşmelerin birçoğunda da mevcuttur.
Mesela AİHS’nin 2/2. maddesine göre;
Ölüm, aşağıdaki durumlardan birinde mutlak zorunlu olanı aşmayacak bir güç kullanımı sonucunda meydana gelmişse, bu maddenin (hayat hakkı) ihlaline neden olmuş sayılmaz:
a) Bir kimsenin yasa dışı şiddete karşı korunmasının sağlanması;
b) Bir kimsenin usulüne uygun olarak yakalanmasını gerçekleştirme veya usulüne uygun olarak tutulu bulunan bir kişinin kaçmasını önleme;
c) Bir ayaklanma veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması.
Bu durumda, bir kişi, bazen canice bir ya da birden fazla kişiyi öldürüyor, bazen bir seri katil, planlı şekilde onlarca kişiyi savunmasız bir ortamda katlediyor, hatta anarşik bir ortamda onlarca, belki yüzlerce kişinin hayatına son veriyor, ama bu cinayeti işleyenler mutlaka yaşatılmalıdır deniyor. Kısaca kamu güvenliğini ihlal etmek, başkalarının hayatını tehlikeye düşürmek, bu fiilleri gerçekleştirenlerin öldürülmesini meşru kılarken, vahşice işlenen çoklu katliamların gerçekleştirilmesi, faillerin hayatının sonlandırılması için meşru görülmüyor. Burada, daha az ağırlıktaki hak ihlallerinin öldürülmeyi meşrulaştırdığı, çok daha ağır ihlallerin öldürülmeyi (idam) meşrulaştırmadığı şeklinde büyük bir çelişki durumu söz konusudur.
Bir misal vermek gerekirse; yetkili mahkeme bir kişinin yakalanmasına karar vermiştir. Güvenlik görevlileri, hakkında yakalama kararı verilen kişinin yakalanması için operasyon yaparken, aslında hiçbir kişiye zarar vermeyen, ama güvenlik görevlilerine veya başkalarına zarar vermesi mümkün ve muhtemel olan bu kişinin, yakalanmamak için gösterdiği direnç sebebiyle öldürülmesi anayasal olarak meşrudur. Benzer durum tutuklu veya hükümlülerin kaçmalarının önlenmesi hallerinde de söz konusudur. Burada sadece zarar verme tehlikesi söz konusudur. Şimdi, bir başkasına zarar vermeyen, hunharca katliamlar yapmayan, sadece başkalarına ya da güvenlik görevlilerine zarar vermesi muhtemel olan kişilerin öldürülmesi meşru görülürken, yüzlerce kişiyi katleden bir kişinin idamına karşı çıkmak azim bir çelişkidir.
Bir misal daha vermek gerekirse. Bir kişi hakkında, araç kullanırken, hız sınırını aştığı, kırmızı ışıkta geçtiği veya önündeki aracı hatalı olarak solladığı için 500 milyon TL para cezası ve müebbed hapis cezası verip, kusurlu şekilde çarparak birinin ölümüne sebep olan birine 500 TL para cezası vermek ne ise, yakalama önlemi kapsamında birini öldürmeyi meşru görüp, yüzlerce kişiyi öldüren birisini 30 yıl cezaevinde yatırdıktan sonra serbest bırakmak aynı şeydir.
2) İdamı savunanlar, “insancıllığın gereği olarak, bir kişiyi ‘idamla’ öldürmek, devlete cinayet işlemek yetkisi vermektir” diyorlar.
“Cinayet”, bir kişiyi haksız yere katletmektir. Öldürmeyi haklı kılan sebeplerin varlığı halinde “cinayet”ten söz edilemez. Mesela bir kişi bir başkasını haksız yere öldürürse cinayet işlemiş olur, ama meşru müdafaa kapsamında öldürürse cinayet işlemiş olmaz, haklı bir sebebe dayalı olarak bir kişiyi öldürmüş olur.
Benzer şekilde Anayasanın 17/2. maddesinde sayılan hallerde güvenlik görevlilerinin bir ya da birkaç kişiyi öldürmesi nasıl cinayet olarak değerlendirilemiyorsa, bir ya da birden fazla kişinin canice hayatlarına son vermek de, katilin öldürülmesini haklı kılan bir sebeptir ve bu sebeple devletin bu fiiller neticesinde mahkeme kararına istinaden gerçekleştirdiği öldürme fiiline de cinayet denilemez.
Devlet, katliam yapan bir kişiyi, suçüstü halinde de yakalasa, yargılama yapmaksızın ya da âdil olmayan şekilde yargılayarak idam ettiğinde, o zaman cinayet işlemiş olur. Ama, bir ya da onlarca, yüzlerce, hatta binlerce kişiyi vahşice katleden birinin, bu fiilleri işlediğinin kesinleşmiş mahkeme kararı ile sabit olduğu durumlarda, bu mahkeme kararına istinaden idam edilmesine cinayet demek, devletin meşru cezalandırma yetkisini inkâr etmek manasına gelir.
Şayet bir kişinin şartlar tahakkuk ettiğinde idam edilmesi cinayetse, o zaman kişilerin işledikleri suçlardan dolayı cezaevine konulmaları da esasen insanlık dışı bir muameledir ve kabulü mümkün değildir. O zaman 1982 Anayasasının 17/2. ve AİHS’nin 2/2. maddelerinde belirtilen bütün hallerde kişilerin öldürülmelerinin de cinayet olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu mantığın kesinlikle tutarlılığı yoktur. Suçluların hayat hakkının kutsallaştırılarak korunması, katledilenlerin haklarının kesinlikle zayi edilmesi, görmezden gelinmesi neticesini ortaya çıkarabilecektir.
(3) İdamın kaldırılmasını savunanlar, “idam cezasının uygulandığı birçok ülkede en çok kadın tecavüzlerinin ve kadın ölümlerinin yaşandığını ve idam cezasının, bu tür suçlar yönünden ıslah edici ve caydırıcı olmaktan çok uzak olduğunu” belirtmektedirler.
İdam cezası da cezaî yaptırım türlerinden biridir. Yaptırımların iki yönü vardır.
Birincisi caydırıcılıktır; amacı, bireylerin hukuka uygun davranmalarını sağlamaktır. Bu amaç, yaptırımın manevî ya da tehdit yönünü teşkil eder. Bireylerin, yaptırımlarla tehdit ve korkutulmaları yoluyla hukuka aykırı davranışları yapmaktan vazgeçirilmeleri amaçlanır.
İkincisi, hukuka aykırı davranışların meydana getirdiği zarar verici hukuka aykırı sonuçları düzeltmek veya etkisiz hale getirmektir.
Her ne kadar caydırıcılık bireylerin hukuka uygun davranmalarını sağlayan etkenlerin başında gelmekte ise de, hukuka uygun davranmayı sağlayan tek etken yaptırımlar değildir. Toplumların medenileşme düzeyi, sahip oldukları bazı manevi hissiyatlar, ahlaki ve kültürel değerler vb. de bireylerin hukuka uygun hareket etmelerini sağlayan önemli etkenlerdir.
İdam ve diğer yaptırım türlerinin caydırıcılığı, toplumdan topluma, kültürden kültüre, manevi ve ahlaki değerlerin etkinlik derecesine, kişisel psikolojik şartlara göre değişir. İdamın bir toplumda caydırıcılığının az olduğu söylenebilirse de, bu örnek bütün toplumlar için ölçüt alınamaz. İdamın caydırıcılığı, bu yaptırımla birlikte, toplumda hâkim olan ve bireylerin haiz oldukları manevi değerler ve adaletin gerçekleşmesiyle bütünlük içinde değerlendirilmelidir.
Türkiye’de hırsızlıkla alakalı yaptırımlara rağmen hırsızlık bir türlü önlenemiyor ve her geçen gün, hem hırsızlıktan dolayı cezaevine girenlerin, hem de hırsızlık fiillerinin sayısı artıyor. Bundan şu tür bir sonuç çıkarılabilir, “bu yaptırım, hırsızlığın önlenmesi açısından yeterli değildir”. Peki Türkiye’de hırsızlığın artmasında tek etken yaptırımın caydırıcılıktan uzak olması mıdır; yoksa daha başka ahlâkî, kültürel vb. manevi etkenler de mevcut mudur? sorusu ilk elde aklımıza takılmaktadır. Bu sorunun cevabı son derece önemlidir.
Japonya, hırsızlık oranının dünyada en az olduğu ülkedir. Japonya’da da hırsızlık suçunun yaptırımı hapis cezasıdır. Fakat bu ülkede manevi ve ahlâkî değerler bağlamında hırsızlığın kötü bir davranış olduğuna dair daha köklü ve kalıcı eğitimler veriliyor. Bu eğitim, toplumsal etkileşimlerle tamamlanıyor. Bu sebepledir ki, bu sonucun ortaya çıkmasında, maddi yaptırımlardan (hapis gibi) ziyade manevi yaptırımların (ahlaki kuralların yaptırımı manevi nitelikte kınanmadır) daha etkili olduğu söylenebilir.
Benzer şekilde, idam konusunda da, ahiret korkusu, toplumsal kınanırlık, vicdani acı vb. manevi yaptırımlarla maddi yaptırımların tamamlanması halinde, caydırıcılık daha fazla olabilecektir. Manevi boşlukta olan bireyler yönünden, manevi yaptırımların eksikliği sebebiyle, maddi yaptırımlar zayıf kalabilmektedir. Bu sebepledir ki, idamın caydırıcılığı konusunda her bir toplumun ve bireylerin, burada bahsini ettiğimiz farklılık arz eden özellikler ile bütünlük içerisinde farklı şekillerde değerlendirilmeleri gerekir.
Bir yaptırımın, suçların işlenmesini önleme noktasından caydırıcı olmadığı gerekçe gösterilerek kaldırılmasını savunmak, yaptırımların diğer sonucunu görmezden gelmektir. Caydırıcılık, yaptırımların belirlenmesinde tek ölçüt değildir; caydırıcılıkla adaletin bütünlük içerisinde değerlendirilmesi gerekir. Şayet, adaletin gerçekleşmesi idamı lüzumlu kılıyorsa, caydırıcılık göz ardı edilmelidir. Yukarıda bahsini ettiğimiz etkenlerle bütünlük içerisinde hem adaletin, hem de caydırıcılığın birlikte gerçekleştiği durumlar ideali yansıtır. İdeal gerçekleşmiyor diye, yaptırımlar terk edilemez. Kaldı ki, idamın mevcut olmadığı ülkelerde de çeşitli etkenlere bağlı olarak cinayetlerin, özellikle kadınlara yönelik tecavüzlerin ve katliamların yaşandığına şahit olunmaktadır. Hatta bir müddet cezaevinde yattıktan sonra çıkacağını düşünen bireyler, şayet, iç dünyalarında ve toplumsal ilişkilerinde suç işlemek için şartlar oluşmuş ise, çok daha rahat bir şekilde cinayet ya da daha başka suçları işleyebilir. Çünkü, cezaevinde yatmak, suçlulara tekrardan hürriyete kavuşacağı ümidini verir. Bu ümit, onların suç işlemekten vaz geçme eğilimini zayıflatıcı yönde etki meydana getirir.
(4) İdama karşı çıkanlara göre, idam isteğinin temelinde “kin ve intikam duygusu” var. Birini idamla öldürmek, kalpteki acımasızlık, merhametsizlik ve intikam duygusundan kaynaklanır. Cezalar, intikam aracı olarak kullanılamaz, hukuk, kin ve intikam hissi üzerine inşa edilemez. Temel değer “insancıllık” olmalıdır.
Burada da çok yönlü mantıki sorunlar söz konusudur. Adam öldürmekten hırsızlık suçuna kadar her bir suçun işlenmesi, kişilerde suç işleyenlere yönelik bir kin ve intikam hissi uyandırabilir. Yaptırımlar belirlenirken kişilerin intikam hissinden çok adaletin gerçekleşmesi ve caydırıcılık birlikte dikkate alınır. İdam cezasının benimsenmesinde kin ve intikam hissini tek belirleyici olarak kabul edip, diğer suçlarda kin ve intikam hissini göz ardı etmek tutarlı değildir. Bir hırsızın, bir kişinin evine girerek ne kadar kıymetli eşyası varsa çaldığını düşünelim. Bu durumda ev sahibinin iç dünyasında hırsıza karşı oluşacak kin ve intikam hissini hayal edelim. Benzer şekilde, bir kişinin babasını ağır bir şekilde yaralayarak aylarca yoğun bakımda tedavi görmesine ve ömür boyu felçli olarak yaşamasına sebep olan suçluya karşı evlatlarının iç dünyalarında oluşacak kin ve intikam hissi az olmayacaktır. Şimdi bu kin ve intikam hissi oluşuyor diye bu fiillere cezaî yaptırımlar uygulanmayacak mıdır?
Kişilerde işlenen suçlara karşı meydana gelen kin ve intikam duygusu tamamen tabii ve insani tutumlardır. Bunları olağan ve insani kabul etmek gerekir. Yaptırımlar belirlenirken, adaletin tesisi, bu bağlamda uğranan zararların giderilmesi, suç sebebiyle yaşanan acıların kısmen de olsa dindirilmesi ve caydırıcılık birlikte değerlendirilir. Bütün bunlar yapılırken kişilerin kin ve intikam hislerinin de kısmen azaltılması amaçlanır. Burada yaptırımların belirlenmesinde kin ve intikam hissinin tatmini aslî değil, tali (ikincil) niteliktedir.
Yaptırımların belirlenmesinde temel değer “insancıllık” değil, “caydırıcılık ve adalet”tir. İnsancıllık tali bir değerlendirme ölçütüdür. İnsancıllık, olsa olsa yaptırımların uygulanmasında işkence ve gayr-ı insani muamelelerin men edilmesinde belirleyici olabilir. Yaptırımların belirlenmesinde tek ölçüt insancıllık kabul edilecek olursa, o zaman hiçbir yaptırım insancılık düşüncesi ile uyumlu değildir, her yaptırımda az çok insancıllığı zedeleyen uygulamalar vardır. O zaman suçlulara hiçbir yaptırımın uygulanmaması lazımdır. Bu ölçüt, yaptırımların belirlenmesinde birinci (aslî) derecede etkili olamaz.
(5) İdama karşı olanlara göre, “Toplumsal vicdan ya da tepkiler gerekçe gösterilerek idam haklılaştırılamaz. Bir kişi her ne suç işlerse işlesin, öldürülmemeli, bilakis yaşatılmalıdır”.
Bu bakış açısı da sorunludur. Bir kişi bir milyon kişiyi de öldürse, yakalandığı zaman cezaevine girer ve infaz kanununa göre 30-40 yıl yattıktan sonra tahliye edilir. Onlarca kişiyi öldüren bir katili ele alalım. Bu kişi cezaevine girecek, koğuşta diğer mahkumlar bu kişiye hizmetçi olacaktır. Bu kişi, belki dışarı çıkamayacak ama, orada krallar gibi yaşayacaktır. Bir müddet sonra orası onun için bir hayat tarzına dönüşecektir. “Ayran elden yarpuz gölden” sözünde olduğu gibi, devlet bu kişiyi bir ömür besleyecektir. Peki ölenlerin hakları, hukukları ne olacaktır? Bu sorunun cevabı yoktur. Burada, hapis cezasını göze alanlar için öldürmek bir hakka dönüşecektir.
Bu tür cezalandırmalar çoğu kereler birey ve toplum vicdanında yeterli görülmediği için, vicdani rahatsızlıklara sebep olabilmektedir. Elbette ki, birey ve toplum vicdanı cezaî yaptırımların belirlenmesinde tek ölçüt olamaz, ama yaptırımlar birey ve toplum vicdanı tamamen göz ardı edilerek belirlenemez. Aksi halde “ihkak-ı hak” şeklinde de ifade edilen, “kişilerin kendi haklarını kendilerinin almaları” şeklindeki fiili uygulamalar ortaya çıkabilecektir. İşlenen cinayetler için takdir edilen hapis vb. yaptırımların vicdani adalet terazisinde yetersiz görülmeleri neticesinde, çoğu canilerin cezaevlerinde ya da cezaevi dışında kanuni olmayan usullerle öldürülmeleri bunun en bariz göstergeleridir. Bunları yapanlar, “ihkak-ı hak” için güçleri yeterli olanlardır. İhkak-ı hakka güçleri yetmeyenler, bir ömür evlerinde çaresizlik içerisinde yürekleri dağlayan acılar içerisinde inlemektedirler. Belki de bunların tek tesellileri, inançlı olmalarına bağlı olarak, ahirette mutlak adaletin gerçekleşeceğine inanıyor olmalarıdır. Çaresizlik ve acziyet içerisinde olan mazlumlara göre, katillerin yaşadıkları her bir gün onlar için ödüllendirmedir.
(6) İdama karşıtlarına göre, “insan hayatı hiçbir hükümet ya da devletin mülkiyetinde değildir. Bu vesileyle, devlete idam yoluyla hayat hakkına son verme yetkisi verilemez”.
Burada mesele mülkiyet değil, adaletin gerçekleşmesidir. Nasıl bir kişi bir başkasının mülkiyetini gasp ettiğinde, icra yoluyla gasp edenden alınıp diğer tarafa veriliyorsa, bu durumda mülkiyetin devlete ait olup olmaması hesabı yapılmıyorsa, burada da katliamla birinin hayatına son vermenin karşılığı olarak da, devlet katilin hayatına son veriyor. İdam yoluyla öldürmek, katilin öldürdüğü kişinin hayatına son verilmiş olmanın karşılığıdır. Bir milyon TL borç alan bir kişinin bu borcunu geri ödemesi, ödeme yapılmadığı zaman cebri icranın yürütülmesi ne ise, burada da benzer bir durum söz konusudur.
(7) İdamın kaldırılmasını savunanlara göre, “idam, geri dönüşü ve telafisi mümkün olmayan bir ceza türüdür. İnsanların, idam cezası infaz edildikten sonra suçsuz olduklarının ortaya çıkmaları, nadir de olsa ihtimal dâhilindedir”.
Bu düşünce de makul değildir. Elbette ki yer kürede mutlak adalet her zaman mümkün değildir. Bu sadece idamı lüzumlu kılan suçlar için değil, bütün suçlar için böyledir. Hatta bazen öyle şartlar oluşur ki, mucize olmazsa peygamberler de delillerin belirsizliği sebebiyle maddi gerçekliğe ulaşamayabilirler. Mesela, geceleyin ormanlık bir alanda bir kişinin öldürüldüğünü düşünelim, hiçbir delil ve bulgu yoktur. Bu durumda, peygamber de olsa, maddi gerçeklik ortaya çıkarılamayabilir. Burada önemli olan, yargılama teknikleri çerçevesinde lüzumlu olan her türlü yargısal işlemlerin yapılmasıdır. Bu gerekler yerine getirildiği zaman, idam yaptırımı da uygulanabilir. Yargısal hatanın söz konusu olduğu diğer suçlarda da, bu suçlar sebebiyle cezaevinde haksız olarak yatanlar için ödenecek tazminatlar, onların manevi acılarını dindiremez. O zaman diğer yaptırımlar da olmamalı mı denilecektir?
Burada, idam yaptırımını lüzumlu kılan yargılamalar, özel bir yargılama türü ile çok daha dikkatli yapılabilir, mutlaka Yargıtay incelemesi getirilir ve Daire kararlarından sonra Yargıtay Ceza Genel Kurulu incelemesi de öngörülebilir. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra kesinleşen idam kararları infaz edilebilir.
Burada önemli olan, yargılama hatalarının yapılmamasıdır. Bu yönde gerekli hukukî ve kurumsal önlemler alındıktan sonra, idam öngörülebilir. Bazen kişiler cezaevi şartlarında ölebilmektedirler. Şimdi, cezaevi şartları bahane edilerek diğer yaptırımlardan da vazgeçmek mi gerekecektir. Bu sebeple, telafisizlik ihtimali üzerine hukuk ve yaptırım belirlenemez.
|
||
|