Evlerin sıcaklığı artınca, buz tutan kalpler hissedilmiyor mu acaba? Dışardaki ihtiyaçlar karşılanınca, iç dünyalardaki eksiklikler fark edilmez mi acaba? Sadece kendini koruyunca, dünya yansa umrunda olmaz mı acaba, yangının ortasında olduğunu anlamadıkça? Kafasını kuma gömmediği halde gerçeklere bu denli kendini kapatmak da nasıl bir gaflet, nasıl derin bir uyku halidir anlamak zor, oldukça.
Var, yokun halinden anlamaz derdi büyükler. Anlar mı hiç varlık deryasında, yoğu bilmez, yokluk tezgâhında dokunmamış yürekler. Bana attan düşeni getirin diyen bilge gibi, bana halden anlayan birkaç dertli, birkaç “yürek” gerekli.
İdrak etmek, akıl sahiplerinin tamamında olan bir özellik olmadıkça, bu sorular hep devam edecek zannımca. Sevki ilahi ile hareket eden mübarek hayvanlar dahi evinin yolunu bulurken, evinin yolunu bildiği halde bilmiyor gibi davranan, kuş beyinli diye (!) tabir edildiği halde, iş birliği yaparak yavrusuna yuva hazırlayan, mırmır mırnavları ile yavruları için fedakârca analık yapan canlılara bakınca; akıl sahibi olup da yuvasını yuva yapamayan, çocuk sahibi olup da analık, babalık yapamayan tek canlı türünü anlamak her geçen gün biraz daha zorlaşmakta.
O minicik kuşlardan ilham alabilsek, bir çöp tanesini yuvaya birlikte inşaa etmenin hazzı, insanlığa yeterdi. Evimizin yolunu sadece adres olarak değil, yuva olarak bilsek, her şey kim bilir nasıl da değişirdi. Heyhat, öyle büyük bir yangın ki çevremizdeki sadece dumanı değil ateşi de yakmakta genzimizi ama uykular o kadar tatlı ve derin ki şerbet zannettiriyor genzimizdeki ateşi. Kuşlar bile nöbetleşe yuvalarını korurken, kendi yuvasını dahi ateşten koruyamayan uyku sersemi, insanlığı mı düşünecek sahi? Kalpler öylesine buzlandı ki, merhamet dahi eritemiyor benciliği. Herkes öylesine kendisi ile meşgul ki başkaları yansa da fark etmiyor küllerini. Sıra kendisine geldiğinde kafasını taşlara vursa da tek gerçek var “iş işten geçti”.
Merhamet, buz kesince, kaynayan kin ve nefret hâkim oluyor benliklere. Benliğin keskin pençeleri içinde hapsolan zihin, empati yeteneğini kaybediyor hiç istemese de. Sadece suçlayan yanı aktif olurken, kin ve nefret perçinleniyor en derinlerde. Sonrası mı duyarsız ve dahi umarsız “başkası açlıktan ve yokluktan ölse bana ne” diyen bir insanlık(!) kalıyor geride. Hal böyle olunca, kendi çıkarlarına uymayan her şeye itiraz etmek de doğallaşıyor elbette. Duvarın arkası ateşken, uykudan uyanamayan rüya seven, duvarlarına resim çizmenin derdinde. O duvar hangi duvar, uyan da bir görsene… Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın dersin de, o yılan sana donunca mı fark edersin söylesene?
Kendini hapsedecek olan bir duvara tuğla taşıyan insan, nasıl görünür sizce, çoktan uyananların gözünde? Uyandırmak için uğraşan dervişi de duvar görür, hapsolmaya meyledince.
|
||
|