VESAYETÇİ ZİHNİYETE GÖRE ÖZDE CUMHURBAŞKANI(!?) NASIL SEÇİLİR?
10 Ocak 2021 günü CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile alakalı “SÖZDE CUMHURBAŞKANI” nitelemesi yaptı.
Kılıçdaroğlu’nun bu sözüne, siyaset kesiminden çok yoğun tepkiler geldi. Erdoğan, bu sözü söyleyene karşı, hem en üst perdeden sözlü tepki verdi, hem bir milyon TL değerinde manevi tazminat davası açtı, hem de Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulundu.
MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli Kılıçdaroğlu’nun bu sözüne çok sert tepki vererek, “Sayın Cumhurbaşkanı’na ‘SÖZDE’ demek Türk milletine, demokrasi kültürüne, millî egemenlik ilkelerine hakarettir, hıyanettir, hürmetsizliktir” şeklinde açıklama yaptı.
İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, “Bütün bu sert, kötü, iğrenç dili başlatan Sayın Erdoğan’dır” diyerek, Kılıçdaroğlu’nun söylemine dolaylı olarak destek vermiş oldu.
İki gün sonra Kılıçdaroğlu, aynı söylemi tekrarlamayı sürdüreceğini söyledi.
“Sözde” ve “Özde Cumhurbaşkanı” Konusunda İki Zihniyet
Karşılıklı olarak dile getirilen bu söylemler, esasen ülkemizdeki birbirinden farklı iki zihniyeti yansıtmaktadır. Bu zihniyetler iki farklı mecrada ilerlemektedir.
Birinci mecrada, halkın genelinin hassasiyetlerine karşı jakoben bir tutum sergileyen, halkı edilgen unsur olarak görerek yukarıdan aşağıya “ADAM” etmek konusunda kendilerini yetkili gören, iktidar mücadelelerini halk nezdinde değil, vesayet mercileri vasıtasıyla yürüten vesayetçi anlayışı benimseyenler yer alır. Bunlar kendilerinden olmayan halk çoğunluğuna güvenmedikleri için, işlerini başta askerî bürokrasi olmak üzere her türlü vesayet mihrakları ile görürler. “CAHİL” insanlardan oluşan halkın çoğunluğunun iradesi makbul değildir, bunlara hiç güven olmaz. Bu vesileyle, vesayet mihrakları, bunların iş kotarmalarının en etkili ve kestirme yoludur. Askerî darbeleri en etkin şekilde lehlerine kullanırlar. 27 Mayıs, 28 Şubat bu kesimin en büyük kutsallarıdır. İşlerine gelmeyen ya da çıkarlarına dokunan darbeleri de şeytanlaştırmakta üzerlerine yoktur. Bunlar vesayetçi Cumhuriyeti demokrasiye öncelerler. Bu kesimdekilerin fikriyatının özünü vesayetçi militan laikçi cumhuriyetçilik teşkile der.
İkinci mecrada, halkın çoğunluğunun iradesine itibar eden, demokrasiye vurgu yapan, askerî darbelerin tamamını reddeden, kendilerine hizmet edenleri canları pahasına sevenlerin memnuniyetini öne çıkaran anlayışı benimseyenler yer alırlar. Askerî vesayet mercilerinden sürekli darbe yerler. Bu vesileyle, vesayetçi kesimden haz almazlar; herkes kendi işini yapsın düşüncesindedirler. Birinci mecradakilerin sözde cumhurbaşkanı dedikleri kesimin en büyük ideali laik Cumhuriyetin demokrasi ve hukuk devleti (anayasal demokrasi) ile taçlanmasıdır.
Vesayetçilerin “Özde Cumhurbaşkan”larının Nasıl Seçildiğine Dair Birkaç Örnek.
İsmet İnönü’nün İlk “Özde Cumhurbaşkanı(!?)” Seçilmesi
Atatürk öldüğünde Celal Bayar Başbakan, Mareşal Fevzi Çakmak da Genelkurmay Başkanı idi. Atatürk’ün, öldükten sonra kimin Cumhurbaşkanı olmasını arzu ettiğine dair yazılı ya da sözlü bir vasiyeti mevcut olmadığı belirtiliyor.
Atatürk’ün son nefesini verdiği günlerde, Malatyalı İsmet İnönü, hem Meclis’te, hem de Meclis dışında olabildiğince arka planda kalmaya çalışan, Pembe Köşk’e kapanmış münzevi biri görünümünde idi. İnönü; milletvekili ve bir eski başbakan için günlük hayatın gerekli kıldığı görünüşler dışında, çevresinden büyük ölçüde uzaklaşmış görünüyordu. Bu vaziyette, Malatyalı İnönü’nün ikinci cumhurbaşkanı olarak seçilmesi zor görünüyordu.
Burada cumhurbaşkanlığı için iki şahsın ismi öne çıkmaktaydı. Bunlar: Mareşal Fevzi Çakmak ve Başbakan Celal Bayar idi. Her ne kadar bu listeye, İnönü, Abdülhalik Renda ve Fethi Okyar da eklenmekte ise de, dönemin şartlarında en fazla öne çıkanlar ilk iki isim idi.
Diğer yandan İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmaması için, Tevfik Rüştü Aras ve Şükrü Kaya gibi CHP’nin ağır topları bütün çabalarını ortaya koymakta idiler.
Fiiliyatta yaşananlar ise buradaki zahirî görüntü ile uyumlu olmadı. Peki zahirde bütün şartlar İnönü aleyhinde olduğu halde, “Özde Cumhurbaşkanlığı” yolu İnönü’ye nasıl açıldı?
İşte asıl cevabı aranan soru budur.
Dönemin şartlarında siyasî dengelerin İnönü lehine dönmesini sağlayan askerî vesayet mekanizmalarıdır. Bu dönemde yaşananları dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Org. Asım Gündüz Paşa özet olarak şu şekilde nakletmektedir:
Atatürk’ün hasta yatağında yattığı 1938 yılında Genelkurmay Başkanlığında gündemin en hararetli konusu cumhurbaşkanlığı seçimleri idi. Cumhurbaşkanlığı seçimleri konusunda ordunun takınacağı tavrın tespit edilmesi maksadıyla Genelkurmay’da bir toplantı yapılır. Bu toplantıda üzerinde mutabakat sağlanan sonuç şu şekildedir:
“Atatürk ölmüştür ama onun Millet Meclisi vardır. Cumhurbaşkanını seçme yetkisi Millet Meclisine ait bir iştir”.
Bu toplantıda Cumhurbaşkanlığı seçiminde ordunun tarafsız kalması ilkesi benimsendi.
Bu toplantıyı öğrenen Başbakan Bayar, Genelkurmay Başkanlığı’na giderek alınan kararı öğrenmek ister. Bayar yanına girince, Mareşal Fevzi Çakmak Asım Gündüz’ü de çağırır ve Asım Paşa’ya, “bak Başbakan beyefendi bizim kararımızı bilmek istiyor, olanları anlat” der. Gündüz’ün Genelkurmayda alınan kararı anlatması üzerine, Bayar rahatlar.
Buraya kadar işler olağan seyrinde ilerler ve seçim işleri TBMM’ne havale edilmiştir.
Ne var ki aradan bir iki gün geçtikten sonra 1. Ordu Müfettişi Org. Fahrettin Altay Ankara’ya gelir ve Asım Paşa’ya kimin cumhurbaşkanı seçileceğini sorar. O da Genelkurmayda alınan kararı anlatır. Fahrettin Paşa bu karara itiraz ederek şunları söyler: “Olmaz öyle şey, madem ki Mareşal kabul etmedi, o zaman İnönü cumhurbaşkanı olmalı”.
Asım Paşa, Fahrettin Paşaya “Neden? Bu karar da nereden çıktı?” diye sorar. Fahrettin Paşa da, “1. Ordu ve tümen komutanları toplandık ve bu yönde kararı aldık” der.
Asım Paşa, Fahrettin Paşaya “Mareşal’e haber vereyim, derdini git ona anlat” der.
Fahrettin Paşa Mareşal’e aldıkları kararı anlatır. Bunun üzerine, Asım Paşa şunları söyler: “Vallahi efendim seçimi Meclis’e bırakma kararımız demokrasi prensipleri bakımından doğru ve yerindedir. Ancak dünyanın karışık durumu, Nazilerin, faşistlerin ve komünistlerin şahlanmış ihtirasları karşısında Fahrettin Paşa’ya hak vermemek mümkün değildir”.
Bu dönemde, Fahrettin Paşa, ağırlığını İnönü’den tarafa koydu. Bu kararın Çakmak ve Bayar’a, sert tonlu ifadelerle bildirilmesi, bütün dengeleri İnönü lehine değiştirdi. Yani esasen münzevi bir hayat süren, Cumhurbaşkanlığı şansı en az olan bir kişi, siyasi şartların neticesi değil, askeri vesayet unsurlarının müdahalesi ile Cumhurbaşkanı seçildi. Asım Paşa, “Fahrettin Paşa’nın müdahalesi olmasaydı, İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi bu kadar kolay olmazdı” der. Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı 11 Kasım 1938 günü, arzulanan bu neticenin hasıl olması için Meclisi’nin çevresini askeri unsurlar doldurdu.
Kısaca ifade etmek gerekirse, Meclis, burada, siyaset haricinde alınan bir kararı, harici (vesayetçi) zorlamalar altında mecburen icra etmek pozisyonunda kaldı. Vesayetçi çevrelere göre “özde cumhurbaşkanı” seçimi için en uygun yöntemlerden biri İnönü’nün seçilmesidir.
Vesayetçilerin iki “Özde Cumhurbaşkanı(!?)” İsmet İnönü ve Cemal Gürsel
1961’de Cemal Gürsel’in “Özde Cumhurbaşkanı(!?)” Seçilmesi.
27 Mayıs askerî darbesi, vesayetçi askerlerle CHP’nin ittifakı içerisinde gerçekleşti. Darbe sürecinde ve darbe sonrasında yaşananlar bunun en bariz göstergeleridir. İnönü’nün bazı manevraları, bu ittifakı örtme amacı taşımakta ise de, gerçek gösterge bu yöndedir.
TSK bünyesindeki cuntacı yapılanmalar 1961 Anayasasının kabulünden sonra yapılan seçimlerde iki konuya odaklandı: (1) 27 Mayıs Cunta Lideri Cemal Gürsel’in Cumhurbaşkanı seçtirilmesi, (2) seçimlerde de CHP’nin iktidar olacağı bir sonucun ortaya çıkmasıdır.
Her ne kadar vesayetçi çevreler, 1961 Anayasası için Türkiye’nin ilk ve tek liberal Anayasası deseler de, bu Anayasada asker-sivil ilişkilerinde askerlere siyasete müdahale imkânları sağlayan bazı çıkış garantileri verildiği gibi, sivil yönetime geçiş sürecinde de askerlerin bazı fiili müdahaleleri oldu. Burada sadece TSK’da şekillenen vesayetçi yapılanma-CHP ittifakının TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerindeki etkilerine temas edilecektir.
15 Ekim1961 günü yapılan TBMM seçimleri ile ilk Cumhurbaşkanlığı seçimleri askerî bürokrasinin etkisinde yapıldı. Vesayetçi askerler, Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak kurulan Adalet Partisi’nin artan popülaritesinden rahatsız oldular. Bu sebeple vesayetçi askeri liderler, 15 Ekim’de yapılacak TBMM seçimlerinde partilerin propaganda amacıyla dile getirecekleri söylemlere yönelik bazı kısıtlamalar getirmek amacıyla, parti liderlerine, seçim propagandaları esnasında kullanacakları siyasi argümanlarla alakalı temel ilkeler üzerinde anlaşmaları yönünde baskılar yaptılar. Amaç, vesayetçi kesimin arzuladıkları politikalar harici bir söyleme müsaade etmemektir. Amaç, bu seçimlerde askeri cuntacı düşünceleri bütün partilere dayatmaktır.
05 Eylül 1961 günü, 15 Ekim’de yapılacak seçimlerde partilerin yürütecekleri seçim kampanyalarında yapacakları propagandalarda kullanılmak ve seçimlerden sonra kurulacak hükümetler tarafından da esas alınmak üzere partilere şu içeriğe sahip bildiri dayatıldı:
(1) 27 Mayıs İhtilalinin siyasi amaçları sorgulanmayacak ve istismar edilmeyecektir;
(2) Atatürk’ün reformları korunacaktır;
(3) İslam siyasi hedefler için istismar edilmeyecektir;
(4) Yassıada davalarının hükümleri istismar edilmeyecektir.
15 Ekim seçimlerinin sonuçları şu şekilde gerçekleşti:
Millet Meclisi: CHP: 173; AP: 158; CKMP: 54; YTP: 65.
Cumhuriyet Senatosu: CHP: 36; AP: 71; CKMP: 16; YTP: 27.
Tüm beklentileri, “27 Mayıs’ın vesayetçi ideolojisinin taşıyıcısı olarak görülen CHP’nin seçimlerde mutlak bir çoğunluk sağlaması” şeklinde olduğu için, bu sonuçlar, hem vesayetçi askerleri hem de CHP’yi mutlu etmedi; hatta üst düzeyde rahatsızlıklara sebep oldu.
TBMM seçimlerinin neticesinden hoşnut olmayan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları dışında kalan ve Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) şeklinde ifade edilen TSK’daki gruba üye bazı komutanlar, 21.10.1961 günü toplandılar. SKB, bu toplantıda “Çankaya Protokolü”nü imzalayarak, yönetime tekrardan el koymak istedikleri yönünde tutum sergiledi.
SKB, beklemedikleri bu seçim sonuçlarını tanımak istemiyordu. TBMM’deki üye dağılımı Cuntacı Gürsel’in “özde Cumhurbaşkanı” seçilebilmesi için müsait değildi. Bu seçimde 27 Mayıs darbesinin müsebbibi görülen Demokrat Parti’nin siyasi mirasçıları olan Adalet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi’nin, oy, milletvekili ve senatör olarak CHP’den çok fazla olması, hem seçimlerde CHP’nin kazanacağını tahmin eden çevrelerin panik içerisine girmelerine sebep oldu, hem de bu neticeler, 27 Mayıs askeri darbesinin halkın büyük ekseriyeti nezdinde onaylanmadığı olgusunu ortaya koyuyordu.
15 Ekim seçiminin bu neticesi, ordu içerisinde protokolü imzalayan SKB’nin harekete geçmesini tetikledi. SKB’nin üzerinde uzlaştığı protokole göre, “15 Ekim seçimleri ile oluşan TBMM toplanmadan evvel duruma fiilen müdahale edilecek, bütün partiler faaliyetten men edilecek, seçim neticesi ve Milli Birlik Komitesi feshedilecek, iktidar milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine (muhtemelen CHP kastediliyor) teslim edilecek, bu protokolle alınan kararların takibi 25 Ekim 1961 gününden öte bir güne tehir edilmeyecektir”.
Bu Protokolden haberdar olan Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, 23 Ekim 1961 günü protokolü imzalayan komutanları toplayıp onların bu protokolü bozmalarını ister ve onların rahatsız olmalarına sebep olan hususlarda açılımların sağlanacağı konusunda taahhütte bulunur. Bunun üzerine CHP Genel Başkanı İnönü, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay ve kuvvet komutanları, protokolü imzalayan komutanların kaygılarını giderici bir formül geliştirdiler.
Bu formül, 24.10.1961 günü Çankaya Köşkünde Gürsel’in başkanlığında toplanan parti yöneticilerinin imzaladıkları bir protokolle kabul edildi. SKB etkilemeli TSK bürokrasisinin baskısı altında parti liderlerine dayatılarak kabul edilen bu protokolde şunlar karara bağlandı:
(1) Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı seçilecek,
(2) 3-4 Ağustos 1960 tarihinde Milli Birlik Komitesi tarafında emekliye sevk edilen subaylar görevlerine geri iade edilmeyecek,
(3) Yassıada’da mahkûmları için af çıkarılmayacak,
(4) İsmet İnönü başbakan olacak.
Bu şekilde, vesayetçi askeri bürokrasi ile siyasi kadrolar tarafından benimsenen özde hükümetin ve özde Cumhurbaşkanının nasıl belirleneceğinin yapı taşları oluşturulmakta idi.
Dayatma ile kabul ettirilen bu vesayetçi protokol neticesinde, vesayetçi askerlerle CHP bir nebze de olsa rahatladılar. Fakat vesayetçilere göre bu protokolün kâğıt üzerinde kalmaması, yani cuntacı Cemal Gürsel’in mutlaka “özde Cumhurbaşkanı” olarak seçilmesi gerekiyordu.
Ben burada vesayetçilerin “özde Cumhurbaşkanı” seçimleri üzerinde duracağım.
27 Mayıs ruhunun sürdürücüleri vesayetçi askerler, 15 Ekim seçimlerini müteakiben yapılan “özde Cumhurbaşkanlığı” seçimleri üzerinde doğrudan etkili oldular.
1961 Anayasasının kabul edilmesini müteakiben yapılacak “özde Cumhurbaşkanı” seçiminde iki aday ortaya çıktı. (1) 27 Mayıs Askeri Cunta Yönetimi lideri Org. Cemal Gürsel, (2) 15 Ekim 1961’de Adalet Partisi’nin Samsun listesinden bağımsız aday olarak senatör seçilen Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’dir. Başgil, başta Adalet Partisi olmak üzere bazı partili milletvekillerinden gelen talepler doğrultusunda, Cumhurbaşkanlığı seçimi için 23 Ekim 1961 günü adaylığını ilan etti. Halkın büyük bir alaka gösterdiği Başgil’in adaylığı 27 Mayıs’ı savunan vesayetçi çevreleri rahatsız etti. Çünkü 15 Ekim seçimlerinde TBMM’ne yansıyan sonuçlara göre Başgil’in seçilme ihtimali, Gürsel’e göre çok yüksekti. Darbeci komutanlardan Milli Birlik Komitesi üyeleri Orgeneral Fahri Özdilek ve Tuğgeneral Sıtkı Ulay, Ali Fuad Başgil’i görüşmek üzere Başbakanlığa davet ettiler. Bu görüşme, 24 Ekim 1961’de gerçekleşti.
Bu görüşmede, Ulay ve Özdilek, Başgil’i ölümle ve tekrardan darbe yapmakla tehdit ettiler. Bunun üzerine Başgil, hem Cumhurbaşkanlığı adaylığından he de senatörlükten çekildi.
Artık “özde Cumhurbaşkanı”nın seçilmesi yolu açılmış oldu. 26 Ekim günü yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cunta Lideri Cemal Gürsel tek başına aday oldu ve askerler tarafından kuşatılmış olan TBMM’de 434 oy alarak, “özde Cumhurbaşkanı(!?)” seçildi.
CHP’nin özlemle gerçekleşmesini istediği “özde cumhurbaşkanı” bu şekilde seçilmiş oldu. Bu telakkiye göre, “özde cumhurbaşkanlığı” için, cahil, isabetli bir şekilde oy verme yeterliğinden uzak olan halkın iradesi yerine, jakoben, halkı adam etmeye odaklanan vesayetçi kurumların iradesi önemlidir. Halkın iradesi, ancak vesayetçi yapıların iradesi ile uyumlu olduğu ölçüde, “özde cumhurbaşkanı(!?)”nın belirlenmesinde etkili olabilir.
Vesayetçi askeri, sivil ve siyasi mercilere göre, pozitivist militan laikçi çevrelerin hoşnut olmadıkları halk çoğunluğunun seçtiği Cumhurbaşkanları hiçbir zaman özde Cumhurbaşkanı kabul edilemez. Nitekim 1961 Anayasası döneminde seçilen diğer bütün Cumhurbaşkanları, vesayetçi irade ile uyumlu olarak “özde Cumhurbaşkan”ları olarak kabul edilir. Kenan Evren, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer de özde Cumhurbaşkanı(!?) geleneğini sürdürdüler.
Vesayetçi merciler, hiçbir zaman, Celal Bayar’ı, Turgut Özal’ı, Recep Tayyip Erdoğan’ı “özde Cumhurbaşkanı” olarak görmediler. Kılıçdaroğlu, bu yöndeki ifadeyi en açık şekilde Erdoğan için kullandı. Bu kesimlere göre, Erdoğan, 95 oyla da seçilse, “özde” değil “sözde Cumhurbaşkanı”dır. Demokrasiyi yok sayan, cumhuriyeti otoriter militan laikçi anlayışla cihazlandıran bu yapı, şimdiye kadar geniş halk kesimlerinin demokratik iradesinden hiç haz almadı. Bundan sonra da haz alacağa benzemiyor. Bu yapı bu şekilde devam ettiği sürece, vesayetçi mihrakların anti-demokratik müdahaleleri olmadıkça, halkın hür ve serbest iradesi ile bu kesimden birini “özde cumhurbaşkanı” seçmesi pek mümkün ve muhtemel görünmüyor.
Anayasal demokrasiyi savunan biri olarak ben, bu zihniyeti reddediyorum. Asıl “özde cumhurbaşkanı”, vesayet odaklarının şekillendirdiği irade ile değil, halkın iradesi ile seçilen Cumhurbaşkanıdır. Bu zihniyet, halkın çoğunluğunun gerçek iradesiyle seçilen ve şekillenen “anayasal demokratik özde cumhurbaşkanlığı” yapılanması ve uygulamalarının kökleşmesi neticesinde ya daha da marjinalleşecek ya da tarihin nâhoş sayfalarında yerini alacaktır.
|
||
|