Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, son zamanlarda, Müslümanlara yönelik peş peşe hasmane (düşmanca) açıklamalar yapıyor ve uygulamalar ortaya koyuyor.
Yıllar süren ve yüzbinlerce insanın ölümüyle sonuçlanan dinler savaşı sonunda ulaşılan laikliğin anavatanı olarak bilinen Fransa’da ve genel olarak din ve vicdan hürriyetinin teminat altında olduğu söylenen Batı medeniyetinde neler oluyor? Yoksa, dinler arası hoşgörü temelli çoğulculuğun yerini, belli bazı dinlere karşı savaşlar mı alıyor? Soruları akılları meşgul ediyor.
Fransa’da, sadece radikal Müslümanları değil, tüm Müslümanları düşman saflarına oturtan Müslüman karşıtlığı söylemler, her geçen gün artıyor. Mizah dergisi olduğu söylenen Charlie Hebdo’nun Hz. Muhammed’e (SAV) yönelik hakaretler içeren karikatür görselleri, Macron’un talimatıyla, bazı şehirlerde kamu binalarının dış duvarlarında ışıkla yansıtıldı.
Macron’a göre, bu uygulamalar, vicdan ve “dine hakaret hürriyeti” kapsamına dâhildir.
Bu uygulamalara tepkiler sürerken, Faşist eğilimli Millî Birlik Partisi lideri Le Pen’den, Macron’un uygulamalarına destek geldi. Le Pen başörtüsünün kamusal alanlarda yasaklanması, İslâmî kuruluş ve camilerin kapatılması, yabancıların sınır dışı edilmesi gerektiğini söyledi.
Bu söylemlerden sonra Fransız polisi, başörtülü bayanların başlarını açmaya, direnenleri tutuklamaya başladı. Müslümanlarca kurulan ve yönetilen bazı sivil toplum kuruluşları ve derneklere yönelik baskı ve baskınlar artmaya başladı. İçişleri Bakanı G. Darmanin, Macron’un Cumhurbaşkanlığı görevine gelmesinden bu yana 43 caminin kapatıldığını, 76 camiye baskın yapılacağını, bazılarının kapatılacağını, Hz. Muhammed karikatürlerinin ifade hürriyeti kapsamında olduğunu, bunlara karşı çıkan yabancı ailelerin sınır dışı edilebileceğini söyledi.
Fransa’da İçişleri Bakanlığı, “radikalleşme ve İslamcılıkla mücadele” adı altında bir ihbar hattı kurdu. Bu hat kullanılarak insanlardan “çevrelerinde hareketlerinden şüphelenilen” kişi veya kişilerin tespit edilmesi halinde belirtilen telefon numarasını aramaları istendi.
Bu şekilde, din ve vicdan hürriyeti rafa kalktı, Macron ile faşist Le Pen eşitlenmiş oldu.
Fransa’daki bu uygulamalara yönelik en sert tepki Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dan geldi. Macron’un İslam’la ve Müslümanlarla derdinin ne olduğunu soran Erdoğan, Fransa Cumhurbaşkanı’nın (Macron) zihnî bir tedaviye ihtiyacı olduğunu ifade etti. Bu sözlerden rahatsız olan Macron, tepki olarak Türkiye’deki büyükelçisini Fransa’ya çağırdı.
Macron’un öncelikli olarak iki tür temel amacının mevcut olduğu söylenebilir.
(1) Fransa’daki Müslümanları Fransız kalıpları içinde Müslümanlara dönüştürmek. Nasıl Hıristiyanlık sekülerleştirilerek dindarlık buharlaştırıldı, sekülerleri rahatsız eden Hristiyanlık yaşantısı bitirildiyse, Kur’an’ın bazı ayetleri tahrif edilerek, seküler Hristiyanlar gibi yaşayan Müslümanlık projesi hayata geçirilmeye çalışılıyor. Bu şekilde İslam Dininin içeriğini dilediği şekilde belirleme konusunda Fransız Devleti yetkili kılınmak isteniyor.
Bu söylem ve uygulamalara bazı şiddet eylemleri bahane gösteriliyor. Macron, söylem ve uygulamalarına haklılık kazandırmak için, Conflans-Sainte Honorine terör eylemini dile getiriyor. Bu eylem şu şekilde gerçekleşmiştir: Bir Fransız öğretmen sınıfta, Hz. Muhammed’e hakaretler içeren karikatürü “ifade hürriyeti” kisvesi altında, öğrencilere gösterir. Bu gösterim sebebiyle tahrik olan bir Çeçen genç bu öğretmeni öldürür. Bu fiilden sonra bir açıklama yapan Macron, bunun “İslamcı bir terör saldırısı” olduğunu söyledi.
Macron, planlamış oldukları mecrada ilerleyerek Fransız tipi Müslüman kalıplarını öngören kanunu çıkarmakta kararlı olduğunu açıkladı.
İkincisi, Macron’un, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Le Pen’in önüne geçme çabası. Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerine takriben 1 yıl var. Macron, bu yöndeki söylem ve uygulamalarıyla, oylarını bir hayli artırmış olan radikal sağın lideri Le Pen karşısında tabanını korumaya çalışıyor. Mcron, Le Pen’e karşı üstünlük sağlamak için faşist politikalar uyguluyor.
Bu yöndeki faşizan uygulamalar sadece Fransa ile de sınırlı değildir. Avrupa genelinde, “kendi topraklarındaki Müslümanlar”, yok edilmesi gerekli düşmanlar ya da istenmeyen göçmenler olarak seçilmiş bulunuyor. Almanya’da “radikal sağ” olarak nitelenen Neo Nazi eğilimliler güçlendikçe, Müslümanlara karşı saldırganlıklar artıyor. Avusturya’da ve diğer Batılı ülkelerde de benzer söylemler ve İslam karşıtı saldırılar sıklıkla yaşanıyor.
Bu yöndeki söylem ve uygulamalara Avrupa’da bazı makul düşünen insanlarından tepkiler geldi. Fransız yazar Prof. William Marx’a göre, dini değerlere karşı alerji geliştirmek entelektüel ve siyasi bir hatadır. Dini mensubiyetin en küçük dışa vurumunu “Cumhuriyet karşıtlığı” olarak görmek, dinlerin kültürel ve duygusal boyutunu örtbas etmek, bizleri aşırılıklara maruz bırakır. Ayrıca, karikatürler saldırgan ve agresif imgelerdir. Aşırı solcu Boyun Eğmeyen Fransa Hareketi lideri Jean-Luc Melenchon’a göre de, “bu ülkede laiklik kılıfı altında Müslümanlara yönelik nefret var. Laiklik bir dinden nefret etmek anlamına gelmiyor. Müslümanlara saygı duyulmalı, onlara hep şüpheyle bakmaya son verilmeli. Müslümanlardan nefret edilmesine karşıyım”.
Bu Önlemlerin Laiklik ve Din ve Vicdan Hürriyeti Açısından Değerlendirilmesi
Fransa laikliğin uygulandığı bir ülkedir. Bir ülke, demokratik laik hukuk devleti iddiasındaysa, din ve vicdan hürriyetinin devletin dokunmasına kapalı korunaklı bir alanının mevcut olması gerekir. Bu, devletlerin hiçbir zaman müdahale edemeyeceği alandır.
Din ve vicdan hürriyeti, bireylerin, dini inançlarını belirleme, dinin ibadet ve diğer gereklerini yerine getirme, dini eğitim faaliyetlerini yürütme, cami, kilise vb. ibadethaneleri kurabilme, dini düşünceleri ifade edebilme haklarını bütünlük içerisinde kapsar. Demokratik laik devlet, bir dinin muhtevasını belirleme işine girişemez, giriştiği an, söz konusu dinin hak ve hürriyet boyutu yok olur. Laiklik, demokratik olmaktan çıkar, otoriter ya da felsefi anlamda laikliğe dönüşür. Bu durumda, “devletin dini olgusu” ortaya çıkar. Bu modelin, çoğulculuk temelli demokratik pasif laiklikle uyumluluğu yoktur.
Gelelim, Fransa’daki uygulamaların, bu bağlamda değerlendirilmesine.
Fransa, Kur’an ve dolayısıyla İslam’ın içeriğine yönelik bir operasyona girişeceğini söylüyor. Bu yönüyle din ve vicdan hürriyetinin, özü itibariyle zedelenmesi amaçlanıyor.
Hiçbir dine hakaret etmek, hürriyet olarak değerlendirilemez. Bir dinin peygamberine hakaret etmek, eleştiri sınırlarını aşan ve Müslümanları aşağılayan, hakaret ederek tahrik eden bir fiildir. Bunun, din ve vicdan hürriyeti ile uyumluluğu yoktur. Bunun laiklik, din ve vicdan hürriyeti ile bağdaşırlığı olmadığı gibi, Müslümanların tahrik edilmesi, çoğu toplumsal olayları tetikleyebilir. Zaten maksat da bu olsa gerek. İnsanları hakaretlerle tahrik edip, sonra da cadı avıyla onları dışlamak, taciz etmek, hatta bazılarını ülke dışına ihraç etmektir.
Fransa’nın Müslümanlara yönelik uyguladığı politikalarda vermek istediği görüntü radikal İslam’a karşı mücadele etmek gibi görünse de, esasen bu, sadece söylemden ibarettir.
Allah, Kur’an-ı Kerim’de, fikri münazaralarda, şiddet yoluyla zor kullanılarak değil, “onları Rabbinin yoluna hikmetle davet etmek” prensibi çerçevesinde, karşısındaki insanları ikna etmeyi esas alarak, sürekli güzeli, doğruyu, kerîmane, gönül alıcı bir şekilde, beliğ ve tesirli sözler söyleyerek, nezîhane, nazikane, tabir-i caizse derin suyun akışı gibi yumuşak bir üslupla (Kavl-i kerîm, Kavl-i beliğ, Kavl-i leyyin), İslam’ı tebliğ etmeyi Müslümanlara emrediyor (İsra 23., Ahzab 32., 70., Nisa 63., Taha 44., Nahl 125. ayetler). Burada bahsi edilen ayetlerin hiçbirinde, diğer insanlara yönelik bir “şiddet kullanımı” yoktur.
Burada, Müslüman olsun, bir başka inançtan ya da siyasi düşünceden olsun, kişiler çeşitli saiklerle, bir başkasına karşı şiddet uygulayabilir. Devlet, bu kişilere, suç ve cezada şahsi sorumluluk ilkesi gereği, bu fiillerin cezasını verir. Bir kişi, bir başkasının fiilinden dolayı suçlanamaz, zan altında bırakılamaz, olduğundan farklı şekilde gösterilemez.
Macron, münferit birkaç şiddet fiilinden dolayı, failler Müslüman oldukları için, bu fiilleri, umumileştirerek İslami terör olarak nitelendirmiştir. Oysa, diğer dinlere ya da siyasî düşüncelere mensup kişiler tarafından, şiddet fiili gerçekleştirildiğinde, o inanç ve siyasî düşünceye mensup herkesi, gerçekleştirilen şiddet fiili ile bütünleştirerek, o din ya da siyasi düşüncenin adı ile (Hrıstiyanî terör, laikçi terör vb.) anılan bir terör fiilinden söz etmeyip, sadece Müslümanlara yönelik İslami terör demek, bu yolla bütün Müslümanları zan altına almak, hakikat nazarında kabulü imkânsız olan, çarpık ve haksız yere suçlayıcı bir yöntemdir.
Benzer şekilde, başörtülü Müslümanların 99’u şiddeti reddettiği halde, radikal Müslüman olarak nitelenen bayan kişiler başörtülü diye, bütün başörtülüleri şiddetle bütünleştirmek, bu şekilde başörtülülerin zorla başlarını açmak, başlarını açmak istemeyenleri yakalamak, tutuklamak, adli takibata maruz bırakmak, şiddetçileri bahane ederek masum Müslümanları düşman ilan etmektir. Bunun adı, masum insanları haksızca cezalandırmaktır.
Fransa, “suç ve cezada şahsi sorumluluk” ilkesini bir kenara iterek, bir ya da birkaç münferit şiddet fiilinden hareketle, Kur’an’ın burada bahsi edilen ayetleri çerçevesinde şiddeti kesinlikle reddeden ve “müspet hareket etmek” şeklinde de ifade edilen bir hareket tarzını benimseyen Müslümanları da hedef alarak, bizzat Kur’an’ın kendine, topyekûn İslam Dinine ve Müslümanlara karşı bir savaşa girişmiş bulunmaktadır.
Bu Hareketler Neyin Habercisi
Buradaki İslâm karşıtı fiil ve söylemlerin daha başka sebepleri neler olabilir? diye sormak istiyorum. Meseleyi sadece yukarıda sözü edilen iki gerekçe ile geçiştirmek yüzeysel bir değerlendirme olacaktır. Esasen bu politikaların kökleri çok daha derinlerdedir; Şöyle ki;
(1) Batı’da sömürge politikaları artık eski imkânlarını büyük ölçüde kaybetti. Küresel ölçekte yaşanan ekonomik gelişmelerle son bir yıl içinde corona virüsüne yönelik yürütülen faaliyetlerin ekonomik hayata yönelik etkileri çok olumsuz oldu, ciddi ekonomik daralmalar meydana geldi. Bütün bu yaşananlara yönelik toplumda ciddi tepkiler oluştu.
Batılı devletlerin yıllardır sömürdükleri ülkelerin insanlarının, ekonomik gücü büyük olan Batılı ülkelerin nimetlerini birlikte paylaşmak adına bu ülkelere göç etme teşebbüsleri, paylaşım kültüründen uzak olan bu ülke insanlarında bu kesime yönelik tepkilere sebep oldu.
Doğu toplumlarında “iktisat ve kanaat”, Batı toplumlarında ise yaygın olarak “refah kültürü” hâkimdir. İktisat ve kanaat kültürünün hâkim olduğu toplumlarda, kısmî refah kayıplarının meydana getirebileceği toplumsal tepkisellik nispeten sınırlıdır. Ama, refaha alışan Batılı toplumlarda refah kaybının meydana getirebileceği toplumsal tepkiler, nerede duracağı belli olmayan şiddet olaylarını, iç çatışmaları beraberinde getirebilir.
Burada, Doğudan gelen göç dalgaları ile önemli ekonomik refah kayıpları birbirine eklendi. Bu iki durum sebebiyle ortaya çıkan toplumsal tepkiler, toplumda faşizmi körükledi. Batıda faşizmin yükseldiği yerler, öncekilerden farklı olarak varoşlar değil; orta ve üzeri sınıflardır. Toplumun orta ve üst sınıflarındaki radikal fikirlerin (faşizm) anormal bir şekilde yükselişi, devletlerin Müslümanları dışlayıcı yöndeki politikalarına da yansımaktadır.
(2) Bu sorunlu alanla alakalı, Prof. Dr. Ensar Nişancı’nın fikirlerinden faydalanmak istiyorum. Batı medeniyetinin zirveye çıktığının düşünüldüğü 1991’de, Sovyetler Blokunun çözülmesini müteakiben, 1993 yılında Fukuyama “Tarihin Sonu” kitabını yazdı. Bu başlığın manası: “Biz artık zirveye çıktık” demektir. Zirveye çıkmak, Batı’nın potansiyelini bitirmesi demektir. Batı medeniyetinin geldiği bu noktada, artık bunun ötesinde bir yol yok demektir.
Batı medeniyetinin, bir yönüyle zirveye çıktığı, diğer yönüyle de zirveden geri döndüğü 1993 yılından sonra yaşanan bütün hadiseler, Batılı güçler tarafından “medeniyet dışı” olarak tanımlandı. Bu kesimler, kendileri haricindekilerin her bir hareketini radikalizmle izaha kalkıştılar. Bunun sebebi, kendileri dışındaki realitelerin, gerçekte radikal olması ile alakalı bir şey değil, bunların Batılılarca radikal olarak okunmak istenmesidir. Daha somut olarak ifade etmek gerekirse, İslam, aslında radikal olduğu için değil, Batılı güçlerin kurmak istedikleri yeni düzenle çeliştiği için, radikal olarak değerlendiriliyor. Kısaca, kendileri haricindekilerin ötekileştirilmesi yönünde operasyonel bir tutum alış durumu söz konusudur.
1993 sonrasında, zirveye çıkarak potansiyelini tüketen Batıda, zirveden geri dönüşün bir neticesi olarak, şahit olunan şey ilhamdan ziyade evhamdır. Evham sahibi bir insanın dış dünyaya bakış tarzında yapmış olduğu bütün tanımlamalar, gördüğü şeyin bizatihi kendisinin korkutucu olması ile alakalı değil, görenin gördüğü şeyi korkutucu olarak değerlendirmesi ile ilgili bir durumdur. Potansiyelini bitiren Batı, kapasitesini potansiyelinin nihai sınırı olarak tanımladı ve sonra da kapasitesi düşmeye başladı. Batının kapasitesi düştükçe, yaşanan hadiseler, Müslümanlara yönelik tahammülün daralması neticesini ortaya çıkardı.
Günümüz dünyasında hâkim olan ana iklim, korku, vehim ve paranoyadır. Günümüzdeki bu hâkim paranoya, İslamofobia ve Erdoğanofobia olarak tezahür ediyor.
(3) Muazzam bir şekilde artan askeri ve teknolojik gücü sayesinde Orta Doğu’da söz sahibi olması, ciddi mağduriyetler yaşayan mazlum milletlere zor zamanlarında kucak açması, birçoğunun yöneticileri farklı eğilimlere sahip olsalar da Müslüman ülkelerin halkları tarafından her geçen gün daha çok sevilmesi ve büyük ölçüde tüm Müslümanların temsilcisi olarak görülmesi, Türkiye’nin, Batılı ülkeler tarafından, uygulanmak istenen bölgesel politikalar açısından tehdit olarak algılanmasına sebep oldu. Türkiye’nin bölgede artan nüfuzu ve değişen güçlü dış siyaset politikaları neticesinde Batılı mahfillerde ortaya çıkan İslam ve Türkiye karşıtı söylemler, İslam Dininin ve Müslümanların asıl hüviyetlerine kavuşmaları karşısında duydukları korkudan kaynaklanıyor. Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’a ait “Batılı için Müslüman Türk’tür, aynı şekilde Türk de Müslümandır” sözleri bu durumu açıkça ifade ediyor. Bu korku, Fransa’yı, hem genel manada Müslümanlara ve İslam’ın bizzat kendisine, hem de Cumhurbaşkanımızın şahsında Türkiye’ye karşı tavır almaya itiyor.
(4) Batıda artık, farklılıklara yönelik eski hoşgörü kültürü zayıflamaya başladı. Bu konuda ciddi zihni yıpranmışlık, tahammülsüzlük, kibrin baskın hal alması, konfor kaybının verdiği telaş, ümitsizlik, paylaşım kültürünün olmayışı, yeni konfor ve düşünce üretimi noktasından yetersizlikler, Batıda şok meydana getirerek onları çaresizliğe itti. Çaresizlikler, hem faşizmi tetikledi, hem de çözümsüzlük içerisinde toptancı reddiyeleri ortaya çıkardı.
Bu politikalardaki süreklilik, muhtemelen hem Batıda, hem de Batılı ülkeler dışındaki ülkelerde, toplumsal çatışmaları daha da artırma potansiyeline sahip bulunmaktadır.
(5) Müslümanlara yönelik önlemler, genel manada otoriterleşmenin bir parçasını teşkil etmektedir. Son birkaç yıldır sarı yelekliler tarafından sergilenen gösteri eylemlerinde polislerin orantısız güç kullanımı kamuoyunda yoğun tartışmalara sebep oluyor. Polis şiddeti eylemlerinin, basında yayımlanmasını yasaklayarak kamuoyundan gizlenmesini amaçlayan bir kanun 24.11.2020 günü, Millet Meclisinde kabul edildi. Bu tasarı Ocak 2021’de Senato’da görüşülecek. “Boyun Eğmeyen Fransa”nın lideri Melenchon’e göre, bu kanun sebebiyle, polis şiddeti artabilir, yönetim otoriterliğe sürüklenebilir. Hükümetin Referans aldığı Avrupa Komisyonu gibi uluslararası kuruluşlar tasarı metnini kınıyor. Devlet, herkesi her zaman, her yerde kontrol etmek istiyor. Otoriter bir rejim kurulma süreci yaşanıyor.
Bütün bunlar neticesinde, özellikle Fransa’da ve muhtemelen ilerleyen yıllarda diğer bazı Batılı ülkelerde, gerek Müslümanlara yönelik söylem ve uygulamalarda, gerekse genel güvenlik politikalarında, toplumsal tepkiler ve kitlesel şiddet olayları sebebiyle, devletlerin otoriterleşme eğilimine girebilecekleri söylenebilir. Bu durum neticesinde, Batıdaki çoğulculuk ve hoşgörü temelli bahar havası sonlanabilir, hem siyasî, hem de dinî çoğulculuk alanı büyük ölçüde daralabilir. Bu sebeple, Batıda, ileriki yıllarda çoğulculuk bugünkünden daha da gerilere gidebilir. Çoğulculuk konusundaki daralmalar ve polis kaynaklı şiddet uygulamaları sebebiyle, refah kaybı, sığınmacılar vb. yukarıda sözünü ettiğim etkenlerden dolayı iç çatışmaların nerede duracağını bugünden kestirebilmek zordur. Nitekim Fransa’da geçen hafta bir siyahi müzik yapımcısının polis tarafından darp edilerek 48 saat nezarette tutulmasına, “genel güvenlik kanununun çıkarılmasına” ve Paris’te çadırlarda barınmaya çalışan sığınmacıların polis şiddetine maruz kalmasına tepki verilmesi kapsamında, Fransa genelinde yüzden fazla sokak eylemi gerçekleştirildi, Paris’teki gösteriler kısa zamanda şiddet eylemlerine dönüştü, göstericiler sokaklarda çok sayıda araçlara ve mağazalara zarar verdi, Merkez Bankasında yangın çıkarıldı. Camilere yönelik polis baskınları Almanya’da da var.
Potansiyelini bitirdikten sonra demokratik zeminde çözüm üretme kapasitesi de düşen Fransa’nın, Müslümanlara ve genel güvenliğin sağlanmasına yönelik aldığı önlemlerde, yukarıda sözü edilen olumsuz şartların da meydana getirdiği şiddet ortamında, demokratik uygulamalardan uzaklaşmaya yol açabilecek şekilde sağduyu kaybı ve akıl tutulması içinde olduğu söylenebilir. Mantıklı çözümler geliştirme yeterliğini kaybeden Batılı ülkeler, otoriterleşmeyle birlikte çok yönlü olarak hızlı şekilde zirveden aşağıya doğru inişe geçebilir
|
||
|