Sessizliğimizi bozmaya değecek kadar güçlü değilse fikirler, beyin hücrelerinde köhneleşmeyi bekler. Fikirler değil de kulaktan dolma gündeliklerse hücrelerimizde köhneleşenler, sessiz kalmak tercihe değer. Bilginin bu denli cehaletle hemhal olduğu bir ortamda, bilginin de bilenin de kıymeti kalmıyor aslında. Mehmet Akif’in safahatı da, Mevlan’ın Mesnevisi de layık olduğu yerde değiller. Zihinlerde uçuşan fikirler, hakikat turnusolundan geçmeyi bekler. Zira öylesine karışık ki zihinler, paha biçilmez değerler ayaklar altında ezilmekteler. Necip Fazıllar sessizliğe bürünmüş, duyulmak ve anlaşılmak için serzenişteler.
Spor yapmayan bedenler gibi zayıf ve çelimsiz kaldı okumaya hasret beyinlerimiz. Temelsiz ve de gereksiz kelamlara bağımlılık artınca, derin sulara yelken açan balıkçıların denize hakimiyeti gibi söze hakim yazarlarımız da, bu kıyılara veda etti sanki. Okunmayı bekleyen satırlarda göz ucuyla dolaşan ve dokunduğu kelimeleri manasızlaştıran tüketici ruhlar, derinlikten de anlam arayışından da bir asır kadar uzaktalar. Sözün güzelliği muhatabın derin denizlerinde bir hazine idi. Söz mü güzelliğini kaybetti, yoksa hazineler mi denizleri terk etti, muhataplar sözcüklerden simgelere gideli. Bir tebessüm, bir öfke ikonu anlatır mı sayfalar dolusu yazılacak hisleri? Zamanı en hoyratça kullanıp, zamansızlıktan şikayet eden asrım insanı, kelamları da ikonlara tercih ederek tüketti. Bu kadar kıymetli olunca zamanlarımız (!) cümlelerin dahi kısalması çok sürmedi. 280 Karakter ile twit atmaya alışkın klavyelerimiz, İnstagramda resimlerin dili ile iletişim kurarken sayfalar dolusu bir kitabı okumak neden? Kelimeler sesli harfleri kaybetti. Cümleler kısaldıkça ahengini yitirdi. O da olmadı yazışma dili yerine, resimlerin dili (emojiler) ile insanlık çağlar ötesine geriledi.
Okumak bu denli zorken yazmak da çok kolay değildi sahiden. Heyhat, oynarken yüzdüğü suları dışarı atan balıklar kadar mutluydu insanlık. Derinliğini kaybettikçe yok olacağını fark etmeyen.
Koştuk. Yorulduk. Savrulduk. Dünya telaşının içinde sonsuz olmaya talip, bir avuç insanoğluyduk. Nitekim koştukça sonumuza yaklaştığımızı da göremiyorduk. Dünya dönerken döndüğümüzü fark edemeyişimiz kadar hızlı uyum sağlıyorduk. Akıp giden zamanı daha da hızlanarak durduracağımızı sanıyorduk. Ötelerden gelen mesajlar vardı bize dur diyen, ama biz hep bugün söylenenlerin peşinden gidiyorduk. Duymak. Dinlemek. Anlamak için okumak gerekirdi ve biz en çok da okumaktan kaçıyorduk. Okuduğumuz şeyler de vardı elbet. Mesela bize hiç bir şey katmayacak olan hayat hikayelerini merak ettiğimiz için gelişiyordu magazinler. Gıybeti kesin yasaklayan bir dine mensup olmamıza rağmen fiskos masalarının etrafından başlayan halkalar, paparazzilere kadar gider. Batıl şeyleri ayrıntılı tasvir etmek zihinleri kirletirken , en çok okunan sayfalardı gazetelerde acı ve keder. Bir de hiç düşünmeden sürüklendiğimiz hikayelerde, değerlerimizi alt üst eden sahip çıktığımız eserler. Bahsi geçen okumalar arttıkça azalacaktı tabiki kalplerde hakikatler. Biz baştan kaybettik, en büyük kaybedeşimizi ise kazanç zannettik.
“İKRA” kelamına muhatap gönüller yetiştirmek ve kendini okuyarak yeniden hayat bulmak dileğiyle…
|
||||||||||||||||||||
|