Ancak, acı bir gerçek daha var: Her gün ortalama 32 çocuk kayboluyor ve bu çocuklardan sadece biri, Narin gibi gündeme taşınıyor.
Medyanın gücüyle toplum, Narin için kenetlendi. Peki, diğer kaybolan çocuklar neden sessizce unutuluyor? Daha da kötüsü, bu trajediyi istismar edip, toplumu bölmeye çalışan karanlık odaklar sahneye çıkıyor. Çocukların kaybolması, ideolojik tartışmaların değil, çözüm arayışlarının konusu olmalı.
Narin'in kayboluşundan bu yana, olayların arkasında sanki görünmeyen, profesyonel bir el var gibi. Bu el, sanki Narin’in kaybolduğu ilk andan itibaren devredeydi; sosyal medyada "Kur'an kursundan çıkan kız" ifadesiyle olayı hızla üst sıralara taşıdı. Narin ile ilişkilendirdi ve bir propagandaya dönüştürdü.
Daha sonra bu karanlık el, Narin'in bulunmaması için stratejik adımlar attı. Arama çalışmalarını kasıtlı olarak yavaşlattı, kritik zaman dilimlerini heba etti. Narin'i suya saklayarak, delillerin büyük ölçüde yok olmasını sağladı; böylece hem soruşturmanın seyrini zora soktu hem de cinayetin izlerini örtmeye çalıştı. Planlı bir şekilde hareket eden bu güç, olayı karanlıkta bırakmak ve adaleti geciktirmek için her türlü hamleyi yaptı.
Daha sonra, Narin'in hunharca katledilmesi üzerinden, bu karanlık güç olayı bir siyasi malzemeye dönüştürdü. Trajediyi kullanarak, Türkiye’deki siyasi tarafları karşı karşıya getirmeye çalıştı. Toplumun hassasiyetleriyle oynayıp, acıyı derinleştirirken bir yandan da kutuplaşmayı körükledi. Narin’in masumiyetini gölgede bırakarak, cinayeti ideolojik bir çatışma zeminine çekmeye uğraştı. Amaç, toplumu bölmek ve bu trajediyi kendi siyasi emelleri için kullanmaktı.
Bu karanlık odak, Narin'in trajedisi üzerinden Türkiye'yi derinden sarsacak bir başka planı devreye soktu: İnanç, Türk-Kürt meseleleri gibi toplumsal fay hatlarını kaşıyarak ülkeyi bölmeyi hedefledi. Olayı bilinçli bir şekilde dini değerler üzerinden tartışmaya açarak, toplumun inanç hassasiyetlerini istismar etmeye çalıştı. Aynı zamanda, etnik kimlikler üzerinden ayrımcılığı körükleyerek, Türk ve Kürt kardeşlerimizi birbirine düşürme girişiminde bulundu. Amaç, sadece bu trajediyi kullanarak toplumsal çatışmayı artırmak değil, Türkiye’yi içeriden zayıflatmak ve kaosa sürüklemekti.
Tüm oklar aileyi gösterirken, kafalarda büyük bir soru beliriyor: Diyarbakır’da bir aile, özel yazılımlar kullanarak mesajlaşmalarını ve konuşmalarını önce kaydedip, daha sonra adeta profesyonellere taş çıkaracak bir şekilde bu verileri nasıl manipüle edebilir? Üstelik, bu denli sofistike teknikleri kullanabilen bir ailenin, kendi evladına kıymasının ardındaki motivasyon ne olabilir? Narin’i açık olarak kim neden ve nasıl katlettikleri hala bir sır perdesi altında. Böylesine planlı ve stratejik bir şekilde hareket eden bir aile, evlatlarına nasıl böylesi bir vahşeti reva görür? Bu sorular, olayın arkasındaki gizemli güçlerin ve görünmeyen ellerin daha derin bir planın parçası olabileceğini düşündürüyor.
ADALETİN GÖZ ARDI EDİLDİĞİ VAHŞETLER: NARİN VE SILA'NIN HİKÂYELERİ
Son günlerde toplum vicdanını derinden yaralayan iki korkunç vaka ile karşı karşıyayız. Bir yanda, narin evladımız hunharca öldürülmüş, diğer yanda ise Tekirdağ’da 2 yaşındaki Sıla bebek, darp ve cinsel istismara uğramıştır. Bu iki olay, sadece faillerin değil, eğitim, adalet ve hukuk sisteminin de mercek altına alınmasını zorunlu kılıyor.
Narin evladımızın cinayetiyle ilgili yürütülen soruşturma, dört ana unsur üzerinde şekilleniyor. İlk olarak, kasıtlı adam öldürme suçu; ikinci olarak bu suça iştirak; üçüncü olarak suç delillerini karartma ve yok etme; dördüncü olarak ise suçluyu kayırma suçları savcılık iddianamesinin merkezini oluşturuyor. Bu iddiaların ışığında, İstanbul Adli Tıp Kurumu'ndan gelecek detaylı raporlar da soruşturmaya katkı sağlayacaktır.
Olay mahallinin ayrıntılı şekilde incelenmesi, iddiaların doğruluğunu ortaya koymak açısından hayati önem taşıyor. Özellikle, Narin’in ilk beş gün içerisinde yüksekten atılmış olabileceği ve bu sırada ayağının kırılmış olabileceği ihtimalleri gündemde. Na’şının saklanması ve beş günden sonra delillerin karartılmasına yönelik girişimlerin olduğuna dair ciddi iddialar bulunuyor.
Bu süreçte öne çıkan iki önemli unsur var. İlki, Narin’in terliği üzerinden oluşturulan polemik. Bu basit gibi görünen detay, olayın örtbas edilmesi adına yönlendirilmiş bir algı çalışması mı? İkinci önemli mesele ise, arama kurtarma çalışmalarının kasıtlı olarak saptırıldığı iddiaları. Bu soruşturmanın seyrini değiştirebilecek hayati sorular aslında.
Cinayeti planlayanların, suyun en önemli delilleri yok edeceğini bildiği ve cesedin suyun dibinde 15 gün bekletilerek delillerin silinmesinin sağlandığı yönündeki iddialar oldukça dikkat çekici. 26 gündür ailenin olayla ilgili çelişkili açıklamalar yapması ve bu ifadelerin medyada yayınlanması, akıllara yeni bir soruyu getiriyor: Bu bilgiler de delilleri karartma girişiminin bir parçası mı? Ekranlardaki her tartışma, her çelişkili ifade, acaba katillerin planını güçlendiriyor ve ekmeğine yağ mı sürüyor?
Diğer yanda, Tekirdağ’da hastaneye kaldırılan 2 yaşındaki Sıla bebek, darp ve cinsel istismara uğraması. Bu soruşturma kapsamında, aralarında anne de dâhil olmak üzere beş kişi tutuklandı. Yapılan muayenede, minik Sıla’nın vücudunda çok sayıda diş izi tespit edildi. Bu izlerin kim ya da kimlere ait olduğunun tespiti için çalışmalar devam ediyor.
Bu iki olay, bir kez daha çocuklarımızın güvenliği ve adaletin yerine getirilmesi konusunda sorumluluğumuzu gözler önüne seriyor. Hem Narin’in hem de Sıla’nın hak ettiği adaletin sağlanması, toplumun vicdanını rahatlatmak için atılması gereken ilk adımdır. Medya ise sorumlu davranarak, olası manipülasyonların önüne geçmeli ve gerçeğin peşinde koşmalıdır.
Diğer yandan, ülkemizde 88 bin cami ve 30 bin Kur'an kursu bulunuyor. Diyanet çatısı altında çalışan 130 binden fazla görevli, toplumumuza inanç, ahlak ve insanlık dersleri vermeye gayret ediyor. Ancak ne yazık ki, böylesine geniş bir manevi eğitim ağına rağmen, insanlara temel değer olan cana kıymanın yanlışlığını yeterince öğretemediğimiz noktasında bir eksiklik hissediliyor. Nerede hata yapıyoruz?
Nerede hata yapıyoruz biliyor musunuz? Telefon, tablet, televizyon ve bilgisayarın (3T, 1B) esiri olmuşuz. Bu teknoloji bağımlılığı zihinlerimizi ele geçiriyor ve buna dur diyemiyoruz. 7’den 77’ye herkes adeta bağımlı hale gelmiş durumda. 130 bin diyanet görevlisini 84 milyona eşit dağıttığımızda, her 646 kişiye bir diyanet görevlisi düşerken; kirli odaklar, toplumun alışkanlıklarını değiştirmek ve içten çökertmek için her kişinin elinde, cebinde, evinde, ofisinde dört 'gözetleyici' bulunduruyor. Üstelik bu cihazlar, insan beyninden milyonlarca kez daha hızlı çalışıyor. İşte bu yüzden beyinlerimiz, narkoz almış gibi uyuşmuş halde...
Gençlik, yalnızca kan donduran şiddet dolu oyunların tesirinde kalmıyor. Aynı zamanda teknoloji bağımlılığı madde bağımlılığı, kumar bağımlılığı ve diğer kötü alışkanlıkları da beraberinde getiriyor. Bir nesil bu kötü alışkanlıklar ile yoğrulursa, bedenlerdeki ve zihinlerdeki tahribat çok daha derin ve kalıcı olur. Bu bağımlılıklar, fertlerin gerçeklikten kaçışını hızlandırırken, onları hem zihinsel hem de fiziksel çöküşe sürükler. Görünmeyen sanal dünyada; kumarın vaat ettiği hayali kazançlar, madde bağımlılığının getirdiği sahte mutluluklar, şiddet dolu oyunlarla birleştiğinde, kişilerin ahlaki pusulası tamamen sapar. Şiddet, istismar, yozlaşma ve kaos adım adım gerçek dünyada toplumun her köşesine yayılır.
Yıllar önce bahsettiğim bu konular, ne yazık ki bugün karşımızda, narinlerin hunharca öldürülmesinde, Sıla bebeklerin istismarında ve daha nice acı olayda somut bir şekilde artık karşımızda durmakta. Göz ardı ettiğimiz, küçümsediğimiz bu bağımlılıklar, fertleri birer canavara dönüştürürken, toplumsal vicdanı ve güven duygusunu yıkıma uğrattı. Sessiz kalmak artık bir seçenek değil; bu zehirli döngüyü durdurmak için harekete geçmek ve topyekûn bu kirli mahfiller ile savaşmak zorundayız.
3T, 1B ve yapay zekâ ile zihinleri kontrol altına alıp bedenlere hükmetmeyi amaçlayan Siyonist odaklar, bu hedeflerine ulaşmak için her fırsatta işlerini kolaylaştıracak adımlar atıyor ve karşılarına çıkan engelleri sistematik olarak bertaraf ediyor. Kullandıkları bu kirli stratejiler, toplumların direnç noktalarını zayıflatarak, onları daha da savunmasız hale getiriyor. Bu kirli odaklar yaşanan trajik olayları bahane ederek cami ve Kur'an kurslarını hedef alıyor ve kutsal mekânlarımızı karalamaya çalışıyor. Mabetlerimizi ve dini değerlerimizi itibarsızlaştırarak, toplumun inançları üzerinden bölünme oluşturmayı amaçlıyorlar. Her defasında, bu odaklar olayları manipüle edip, camileri ve Kur'an kurslarını suçlamanın merkezine yerleştiriyorlar, toplumun en hassas noktalarına saldırıyorlar.
İşte bu yüzdendir ki; eğitim kurumlarımız, ilkokuldan lise, üniversiteye kadar fikri ve vicdanı hür, ahlaklı fertler yetiştirmekte yetersiz kalıyor? Cinayetler ve diğer suçlar işleyen kişiler, eğitim kurumlarından mı, yoksa başka kurumlardan mı kaynaklanıyor? Problemin kaynağında nerede bir eksiklik bulunuyor? Yorum sizin!..
Aslında bu sorunun cevabı da basit: Eğitim kurumlarında, yıllardır öğrencilere ve öğretmenlere telefon, tablet, televizyon ve bilgisayarların zararlarını anlatmaya çalıştım. Bu cihazlar ile yapay zekânın nasıl kullanıldığını ve toplumsal davranışları nasıl kötüye dönüştürebileceğini gösterdim. Alışkanlıkların bozulması, değerlerin yok edilmesi gibi olumsuz etkileri belgelerle ortaya koydum. Maalesef, mağdurlar dışında kimse bu uyarılara kulak vermedi. Zamanla, görmezden gelenlerin birçoğu da mağdur oldu. Taşıma suyla değirmen dönmez; geldiğimiz nokta ortada.
Artık bu sorunun farkına varmalıyız. Zararın neresinden dönsek kardır. Birlik olmalı, hep birlikte hareket etmeli ve ülkemizi ve milletimizi tehdit eden karanlık odaklara karşı durmalıyız. Gelin, bu mücadelede el birliği yapalım ve vatanımız için ortak bir çaba gösterelim. Var mısınız?
|
||
|