Türkiye’ye Dayatılan Sevr: “Anadolu’nun Gazze Şeridi” Olması
Hep biliriz, söyleriz zaman zaman da üstüne basa basa dillendiririz, “Birinci Dünya Savaşı”nın ya da yaygın adıyla “Büyük Savaş”ın imparatorlukları bitirdiğini. Eğmeden bükmeden, amasız, fakatsız söyleyelim, bu bitirilişten en çok da Osmanlı Devleti nasibini almıştır. Büyük Savaşın sonunda ünlü Romanof ailesinin Rus, Hohenzollern sülalesinin Alman, Habsburg hanedanının Avusturya-Macaristan imparatorluklarının tarihin derinliklerinde yerini almasını sağladığı gibi Ehl-i Osman’ın ‘Devlet-i Seniyye’ si de tarihin tozlu sayfalarına adeta itilmiştir. Batının bu açımda hep birlikte hareket etmiş olduğunu sadece söylemekle yetinelim.
Evet sevgili okurlar, Birinci Dünya Savaşı imparatorlukları ortada kaldırırken, İkinci Dünya Savaşı da 1648 Westphalia düzeni olarak ancak şekillenen ulus devletleri sonlandırmıştır. Oysa çağdaş uluslararası ilişkilerin temeli, 1648 yılında imzalanan Westphalia Barış Antlaşmasıyla atılmıştır. Diğer bir deyişle İkinci Dünya Savaşı Westphalia yaklaşımını bitirmiş, paktlar dönemine geçişi sağlamıştır. NATO, CENTO, SEATO, VARŞOVA paktları, ya da kampları bu açılımın ürünleri olmuştur. Bir başka ifadeyle ABD’nin, kapitalizmi ve Rusya’nın liderliğindeki SSCB’nin ise komünizmi yaymak için ve bunun için ülkeleri kendi kamplarına çekmeye çalıştığı, günün birinde çıkmasından endişe edilen sıcak çatışmalara karşı, caydırıcı etkisi bulunsun diye sürekli silahlanılan bir döneme bodoslama giriş yapılmıştır. Daha doğru bir deyişle, caydırıcılığın egemen olduğu “Soğuk Savaş” (Cold War) dönemine girilmiştir. Kuşkusuz “Soğuk Savaş” döneminin iki belirgin aktörü ABD’nin güdümündeki NATO ile Rusya’nın tekelindeki Varşova Paktı olmuştur. Caydırıcılığın yoğun bir şekilde silahlanma yarışı olarak görüldüğü “Soğuk Savaş” Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla sonuçlanmıştır. Kronolojik olarak 25 Aralık 1991 tarihi, Soğuk Savaş’ın resmi olarak bitiş, daha doğrusu bitiriliş tarihidir. Bu tarih, küresel uluslararası sistem için de bir kırılma noktasını tekrardan oluşturmuştur. Yetmiş üç yıl varlığını sürdüren, Batı’nın liberal değerlerine dayanan sistemine meydan okuyan Sovyetler Birliği savaşımı daha fazla sürdürememiş, beklenilen olmuş ve savaşı kaybetmiştir. Soğuk Savaş boyunca muazzam derecede silahlı güce sahip olan, uzay yarışında yeni buluşlara imza atan bu büyük uluslar topluluğu devlet yok olmuştur. (1) Kapitalizm, bu karşı koyuş devletinin ipini, daha doğrusu fişini çekmiştir. Öyle ki, bitkisel hayat yaşamasına bile müsaade edilmemiştir.
Soğuk Savaş’tan sonra liberal demokrasinin yükselişi daha doğrusu ABD’nin süper güç konumundan mega güç konumuna yükselişini sağlamıştır. ABD mega güç konumunu örgütlerken Immanuel Kant’ın temsil ettiği “Ebedi Barış” kuramından da yararlanmıştır. Bu düşünceyi destekleyenler, devletler arasında mutlak barışın hâkim olduğu, orduların barışı korumak için var olması gerektiği düşüncesindeydiler.
1990 sonrasının önde gelen siyaset bilimcilerinden biri olan ABD’li Francis Fukuyama, insanlığın sadece tarihte yeni bir aşamaya geçmekle kalmayıp, aynı zamanda tarihin sonuna ulaştığı tezini bu nedenle ileri sürmüştür. Ona göre iyimser bir yaklaşımla insanın siyasî evrimi son noktasına gelmiş ve Batı’nın liberal demokrasisi nihai yönetim biçimi olarak evrenselleşmiş ve evrenselleşmektir. Fukuyama, sadece tarihin evrimsel bir süreç olarak görülmesi gerektiğini savunmakla kalmayıp, bu anlamda tarihin sonu liberal demokrasinin tüm uluslar için nihaî hükümet biçimi olduğunu da ileri sürmüştür. Bu yaklaşım doğru mudur? Bence hayır, ama tartışılabilir. Doğrusu, savaşın kazananı ABD ve ABD’nin temsil ettiği liberalizm, insan hakları ve özgürlük ABD paradigmasıyla dünyanın geri kalanına dayatılmış, uluslararası sistem tek kutuplu bir sisteme evirilmiştir. 2 Ağustos 1990 tarihinde Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle başlayan Körfez Savaşı, “Tek Kutuplu Sistem: ABD” sisteminin ilk çatışması olmuştur. Soğuk Savaş’ın galibi olarak ilan edilen ABD, Soğuk Savaş sonrası yerküremizin başat aktörü olmuştur. “Ben yaptım oldu” moduna bürünen ABD, artık tek başına uluslararası sistemde savaş ve barış gündemini belirleyen bir aktördür. Körfez Savaşı’nda Irak’a karşı önce ekonomik ambargo uygulanmış, arkasından Irak’ta kitle imha silahı var yalanına sarılan ABD, kendi önderliğinde ve BM çatısı altında birçok devletin yer aldığı Çöl Fırtınası Harekâtını başlatmış, harekattan kırk üç gün sonra da ateşkes ilan edilmiş ve Irak, Kuveyt’ten çıkarılmıştır. Bundan sonra Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki siyasi sınırların değiştirilmesini hedefleyen “Arap Baharı” da bu bakış açısının en tipik yaklaşımlarından biri olmuştur.
Fukuyama’nın yayınladığı “Tarihin Sonu” tezinin arkasından Samuel Huntington’un yayınladığı “Medeniyetler Çatışması” tezi Batı’nın elini bir anda yükseltmiştir. Huntington’a göre savaşların devam etmesi, kaçınılmazdır. Ancak yeni savaşların, Soğuk Savaş’ın temsil ettiği düşünceler/fikirler üzerine değil, farklı medeniyetler arasında olacağı özellikle belirtilmiştir. Bunun en tipik örneği ise İslam Medeniyeti ile Batı Medeniyeti’nin karşı karşıya getirilmesi olarak görülmüştür. Bir türlü şarkiyatçılığı içine sindiremeyen Batı “oryantalizm”i alabildiğine doğuya dayatmış, öylesine ki “ha Ruslar, ha Müslümanlar” diyerek bütün doğuyu aynı kefeye koymada herhangi bir beis görmemiştir. Batı'nın kendi hayal gücünde yarattığı Doğu imgesine dayanan oryantalist bakış açısı, bir noktada emperyalizmin, sömürgeciliğin, yayılmacılığın öncülüğünü yapmış ve yapmaktadır. Oryantalizm, Batı'nın Doğu'yu görme ve yorumlama şeklidir, bu yorumlama eyleminde tek taraflı ve daha çok ön yargılara dayanan bir düzen söz konusudur. Oryantalizm, hegemonya aracılığıyla zor kullanma ve rıza kavramını etkileşime sokarak, iktidarın kitleleri etkisi altına almasıyla doğrudan ilgilenir. Oysaki, ABD’nin Kolombiya Üniversitesinin toprağı bol olsun ünlü Prof. Dr. Edward Sait’in Şarkiyatçılık anlayışı ise bilimseldir ve Batı’nın tahakküm mitleri yaratmasına karşı gerek tarihsel gerekse kültürel dirençle karşı koymaktır.
Kuşkusuz “oryantalizm” mahreçli bu güce ve zora dayanan ilk prototip uygulama öncelikle Osmanlı Devleti’ne dayatılmış, işgaller ve 104 yıl önce siyaseten yürürlüğe sokulmaya çalışılan 10 Ağustos 1920 tarihindeki Sevr Antlaşması bu işin tuzu biberi olmuştur. Ancak, 19 Mayıs 1919 tarihinde Karadeniz’in uzak kıyısında mütevazi Samsun’a ayak basan genç ve yürekli Türk Subayı Mustafa Kemal, aslında yıllardır savaş içerisinde yok olmaya yüz tutan halkın karşı koyma refleksini örgütlemeyi başarmıştır. Diğer bir deyişle Mustafa Kemal, Büyük Savaş sonunda 600 yıllık Osmanlı Devletinden geriye kalan toprakların İtilaf Devletlerin önerdiği şekilde bölünmesine karşı çıkanları bir araya toplamasıyla işe başlamıştır, Samsun’dan başlayan kurtuluş serüveninde. Sindirilmiş Osmanlı Hükümetinin boyun eğmesiyle uluslararası düzeydeki Sevr Antlaşması yenilgiye uğramış çok uluslu Osmanlı Devleti’ni; Birleşik Krallık, Rusya, Fransa, İtalya ve Yunanistan’ın bölgesel çıkarlarını tatmin edecek bir paylaşıma mahkûm etmiş, aynı zamanda eski anlı şanlı Devlet-i Seniyye’nin çok uyruklu halklarına da kendi devletlerini aslında güdülenen uydu devletçiklerini kurma hakkını vermiştir. Anımsayalım, Sevr Antlaşma maddelerine göre; İzmir ve iç bölgeleriyle birlikte Batı Anadolu ve Trakya’nın büyük bir kısmı Yunanistan’a terk edilmesi bağıtlanmıştır. Gazze Şeridi’nden biraz büyük Türkiye, Ermenistan’ın Kürdistan’ın, Mezopotamya’nın, Suriye’nin, Ürdün’ün ve Hicaz’ın bağımsızlığını, Büyük Britanya’nın Mısır, Anglo-Mısırlı Sudan ve Kıbrıs, Fransa’nınsa Tunus ve Fas üzerindeki korumasını ve Libya’yla On İki Ada’da İtalyan egemenliğini tanıyacaktı. Türklerin elinde tek kalan zavallı bir Karadeniz sahil kırıntısı, bir “Anadolu Gazze Şeridi”yle sınırlandırılmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki, bütün tarih atlaslarında açıkça belirtildiği gibi, ABD’nin ünlü “Philips Yeni Genel Atlas” (Philips New Handy General Atlas)’taki antlaşma ayrıntılarının altındaki parantez içerisinde şu üç sözcük yazmaktaydı: “Asla yürürlüğe girmedi” (2)
Evet Sevr Antlaşması asla yürürlüğe girmemiştir, daha doğrusu, her türlü zorlamaya ve güce karşı yürürlüğe sokulamamıştır. 19 Mayıs bir karşı koyuş sistematiği olmuştur. Orantısız ve büyük eşitsizliğe karşın Türk milliyetçiliğinin ve uzun bir katılımcı karşı koyuşun doğuşu ve duruşun ve “Anadolu Gazze Şeridi” olmamanın neredeyse mitolojik bir kahramanlık hikayesi olarak betimlenmiştir. Çok rahat söyleyebiliriz ki, Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı, Türkiye “Anadolu’nun bir Gazze Şeridi” olacak, günümüze kadar Batının bütün melanetlerini içerisinde barındıracaktı. Türkiye’yi itilmiş ve kakılmışlıktan kurtaran Mustafa Kemal Atatürk olmuştur. O halkına ve halkının sinerjisine inanmıştır. Mustafa Kemal 1915’te bu durumu alanda sınamıştır. Hatırlayalım, O, Gelibolu’daki birliklerine “Ben size savaş etmeyi değil, ölmeyi emrediyorum” derken Türk halkının DNA moleküllerindeki asil kanı harekete geçirmesini bilmiştir. Yazar Jeremy Seal’in de önemle belirttiği gibi:
“Ve sonunda öylesine yüksek sayılarda gitmişlerdeki cennete, yalnızca yığılmış bedenlerin ağırlığı bile itilaf Devletlerinin şimdi İstanbul olan Konstantinopolis’in gerçek anahtarı Çanakkale Boğazını ele geçirmesini önlemişti tek başına”
Bugün Türkiye etrafındaki ateş cangılının içerisinde yaşanabiliyorsa, bir demokrasi adası olarak varlığını sürdürebiliyorsa “Anadolu’nun bir Gazze Şeridi” olmadıysa Türkiye, hiç başka bir şeye gerek yok, doğrudan bunu Mustafa Kemal önderliğindeki Osmanlı Devleti’nin millet-i hakimesi Türk milletinin sinerjisine borçludur, sevgili okurlar.
Dipnotlar
(1) Merve Güllü Göktaş, “Soğuk Savaş Sonrası Yeni Dünya Düzeni”, Daktilo 1984, 12 Aralık 2023; https://daktilo1984.com/yazilar/soguk-savas-sonrasi-yeni-dunya-duzeni/ Erişim Tarihi 29.06.2024/
(2) Jeremy Seal, Çev. Gül Greenslade, “Fes”, İstanbul, Nisan 2016, s.23
|
||
|